Yazan: Turgut Koçak 10 Nisan 2013
8 Nisan günü Silivri’yi savaş meydanına döndüren kimdi? TV görüntülerine baktığınız zaman olup bitenler açıkça görülüyordu; güvenlik güçleri. Güvenlik güçleri ortada bir şey yokken binlerce insanı basınçlı suya ve biber gazına boğdu. Bütün bunlara karşın, oradakiler geri adım atmayıp oraya buraya kaçışmadılar. Görüntülerden ciddi şekilde ürken Recep Tayyip Erdoğan; yargıya bir kez daha talimat vererek savcıların harekete geçmesini istedi. Arkasından üzerlerine düşeni yerine getireceklerini söyleyerek tıpkı daha önce açılan davalarda olduğu gibi yargıya emir verdi. Erdoğan’ın konuşmasından 25 dakika sonra Silivri Savcısı harekete geçti ve orada bulunan dernek ve siyasi partiler hakkında soruşturma açtı. Neymiş efendim orada bulunanlar; görevlilere yasadışı bir şekilde karşı koyup görevlerini engellemişler. Mahkemenin görevini yapmasına olanak vermemişler. Güvenlik güçlerine karşı şiddet kullanmışlar. Daha say sayabildiğin kadar. Öyle ya onca suyu ve biber gazını Silivri’ye gidenler kullanıp güvenlik görevlilerini perişan etti. Her neyse ağızlarını her açtıklarında “demokrasi” diye yırtınanlar, Recep Tayyip Erdoğan’ın trenine vagon olup gözlerini kara bir bantla kapatmış olmasalar bu olup bitenleri görmekte de zorlanmazlardı. Ne ki, amaç başka. Ne demişler; “dervişin fikri neyse zikri de odur.” Bu tür demokrasi hayranlarının da durumları bütün çıplaklığı ile ortada.
‘Sosyalist öğretide yeniden’ dedik ya; dönelim konumuza. Kapitalist sistem bir diktatörlüktür. Hem de küçücük bir azınlığın büyük bir çoğunluk üzerinde diktatörlüğü. Kapitalist sistemin savunucularının “demokrasi” diye diye çırpınmalarına bakmayın siz; onların demokrasi dedikleri şey; allayıp pullayarak demokrasi adı altında diktatörlüğü geniş halk yığınlarına özgürlükmüş gibi yutturmalarından ibarettir. Sol ve sosyalist görüşte olup da kendilerini burjuva demokrasisiyle sınırlandırarak demokrasi avazı kesilenlerin gerçek yüzünü kesinlikle ortaya çıkarmalıyız, çıkarmalıyız ki, kimse Recep Tayyip Erdoğan’ın Amerikan tescilli “ileri” demokrasisinin peşine takılmasın.
12 Eylül 1980’den bu yana kendilerine sol ve sosyalist diyen birçok kimse ya da örgütün terazisi kaymıştır. Bu yüzdendir ki, bu tanımlama içeriğinden farklı kullanılmaktadır. Bunlardan birisi de hiç kuşku yok ki, faşizmdir. Bu tanımlamayı canları nasıl istiyorsa öyle kullananlar yüzündendir ki, ortalığı saran bir kavram kargaşası yaratılmıştır. Faşizm neydi? Tekelci burjuvazinin en şoven, en sömürücü, en kan dökücü kesimlerinin kanlı diktatörlüğüdür. Peki, kapitalist sistemle faşizm doğrudan ilintili midir ya da hangi koşullarda tekelci burjuvazinin yukarıda sözünü ettiğimiz kesimi faşist diktatörlüğe başvurur? Evet, faşizm doğrudan kapitalist sistemle ilgilidir. Bugün geniş işçi ve emekçi kesimlerin verdiği mücadele sonucu önemli mevziler elde edilmiş olan ülkelerde faşist diktatörlüğe başvurmak kolay değildir. Ancak burjuva demokrasisinin en gelişmiş olduğu ülkelerde bile faşizm tehlikesi ortadan kalkmış değildir. O zaman faşizm tehlikesi en çok emperyalist dünyaya göbeğinden bağlı işbirlikçi tekelci burjuvazinin egemen olduğu ülkelerde söz konusudur. Nitekim, 12 Eylül 1980’lerde işbirlikçi tekelci sermayenin iktidarı tehlikeye düşmüştür. Geniş halk yığınları kendilerine ne söylenirse kabul etmedikleri ve iktidarın yönetemez duruma düşmesi yüzünden mevcut burjuva demokrasisi ile işler götürülemezdi. Üstelik 24 Ocak kararları uygulanamıyordu. Bu yüzden işbirlikçi tekelci burjuvazi dış güçlerin de isteği ile Ordu’nun darbe yapmasını sağladı ve o tarihten sonra yaşananları solcu ya da sosyalist olup da bilmeyen yoktur.
Şimdi bu kavram kolay kullanılıyor. Onlara göre CHP faşisttir, ulusalcı politikaları savunanlar zaten faşisttir. Bu doğru mudur Peki? Kesinlikle yanlıştır. Bu bir öğretisel yamulmadır ve de gözlerden işbirlikçi tekelci burjuvazinin en, en diye anlatmaya çalıştığımız kesimlerini ve emperyalist dünyayı sevimli göstermekten öte bir şey değildir. Bugün emperyalizme karşı çıkanları şoven gösterenler bilinçli olarak uluslararası sermayeye ve onların işbirlikçilerine hizmet etmektedirler.
Bu tartışmaların eylemli hali sol ve sosyalist yapıların da içinde sürüp gitmekte, doğrudan dış güçlerin güdümünde olanlar yamultulmuş öğretisel görüşlerle uluslararası sermaye güçlerinin dümensuyunda kulaç atmaktadırlar.
Oysa dünden bugüne partimiz TSİP’in programında da öne çıkmış olan; “bütün dünya halklarının ortak düşmanı emperyalizmdir. Emperyalizm sonuncu yenilgiye uğratılmaksızın halkların kurtuluş olanağı yoktur” betimlemesi bütün gerçekliği ile önümüzde dururken; birilerinin bu içeriği bile çarpıtması sanırız Soroscu oluşlarından olsa gerektir.