POLİTİK MÜCADELE VE KÖR BAKIŞ - III

Yazan: Turgut Koçak 7 Temmuz 2014

Sözde tartışmalar Çankaya için yoğunlaşmış gibi görünüyor. Ancak işin özü bu değil. Yıllardır her türlü baskı ve zulümle susturulan sol ve sosyalist çevrelerin aksine dinci çevreler semirtildikçe semirtildi. 12 Eylül 1980 sonrası ülkede işkenceler gırıla gider ve darağaçları kurulurken Erbakan’ın dinci çevreleri korumaya alındı. 12 Eylül 1980 faşist darbecilerinin baş sorumlusu Kenan Evren elinde Kuran meydan meydan dolanıp solculara salya sümük hakaretler yağdırırken Suudi Arabistan’ın maaşını ödediği hocaları bile yurtdışına göndererek bugünkü ortamın hazırlanmasında en büyük katkı yapıldı.

Kenan Evren’le başlayan süreç Turgut Özal’la devam etti. Turgut Özal partisinin içine 4 eğilimden insanları aldığını söyleyerek dinci kesimlere cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüde kapıları araladı. Cemaatler semirdikçe semirtildi. Gerçekte oy oranı %5’leri ancak bulabilecek olan dinci çevreler toplum içinde güç kazandılar. Sonrasında Erbakan’ın partisi birinci parti olup çıktı. Erbakan’ın Refah Partisi Çiller’in DYP’si ile koalisyon kuracak denli büyüyüp birinci parti konumuna yükseldi. Sonrasını anımsıyorsunuz. Susurluk olayı yaşandı ve halk sokaklara dökülüp ışıkları söndürmeye başladığında Erbakan, halka; “Gulu gulu dansı yapıyorlar” diyerek aklınca hakaret etmiş oldu. Sağ iktidarlar Türkiye’nin sorunlarını çözemezdi. Bu yüzden de ülkemizde her anlamda ekonomik ve sosyal krizler derinleşti. Kurulan koalisyonların yaraya merhem olmasının olanağı yoktu. Geçmişte halkın “Karaoğlan” diye baştacı ettiği Ecevit bile artık yüzünü sağa dönmüş, yaşanan yolsuzlukları ve ekonomide kötüye gidişi önleyememişti. Üstelik kapıda ABD emperyalistlerinin Ortadoğu’ya çekeceği operasyon sözkonusuyken Ecevit’in işbaşında kalması Amerikalıların işine gelmezdi. Bu yüzden Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları Erbakan’ın dizi dibinden kaldırılıp kendilerine AKP kurdurtturuldu. Öyle ya Erbakan dinci de olsa özünde yine de bir ölçüde de olsa ülkesevrelik vardı.

Sonra seçimler yapıldı ve AKP ezici bir milletvekili çoğunluğu ile iktidara geldi. Her şey sırasıyla idi. Artık Amerika Türkiye üstünden Irak’a girebilirdi. Erdoğan ve partisi çoktan bu işgale onay verecek konumdaydı. Çünkü partisinin işbaşına gelmesini Amerika sağlamıştı. Recep Tayyip Erdoğan milletvekili olmadığı için Başbakanlığı Abdullah Gül üstlenmiş, 3 Mart 2003 Savaş Tezkeresi ise meclisten geçmemişti. Amerikalıların işi sarpa sardı. Bu yüzden de Türkiye’ye karşı görülmemiş düzeyde kin beslediler. Irak’ın işgali güneyden gerçekleştirildi. Sonra Recep Tayyip Erdoğan’a olanak hazırlandı ve Siirt seçimleri iptal edilip milletvekili oldu. Arkasından da başbakan. Amerika açısından işler tekrar rayına girmişti. İşgal sırasında Amerika’ya Türkiye üzerinden her türlü lojistik destek verildiği gibi limanlar ve havaalanları da Amerikalıların kullanımına verildi. Sonuçta Birinci Körfez ve İkinci Körfez Savşları ile Turgut Özal’ın Amerika’ya sunduğu desteğin bin fazlasını Recep Tayyip Erdoğan sunarak Irakı’n işgalini sağlamada pay sahibi olmanın yanında 5 milyona yakın insanın katledilmesinde de suç ortağı oldu. Devamında “Arap Baharı” olarak nitelenen ABD ve emperyalist dünya operasyonunda ise yine başrol Recep Tayyip Erdoğan’daydı. O artık Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı’ydı. Geldiğimiz noktada Libya’da yüz binler katledildi Kaddafi linç edilerek öldürüldü. Suriye’ye kurulan kumpasla birlikte Suriye kentleri harabeye çevrildi El Kaide, El Nusra, IŞİD ve Müslüman Kardeşler Örgütü gibi terör örgütleri yüzbinlerce Suriye’li kardeşimizi hunharca katletti, katletmeye devam ediyor.

Bugüne kadar içerde olanları yazdık. Ancak kabaca bir üstünden geçmekte yarar var. Milyonlar ekonomik zorluklar içinde inim inim inletilmekte olup AKP’nin sadaka ekonomisine mahkum edildi. İşsizlik görülmemiş boyutlara çıktı. Demokratik hak ve özgürlükler AKP’nin oyuncağı haline getirildi. Temel hak ve özgürlükler sonuna kadar çiğnendi. Sendikalar işlevsizleştirildi. İşçiler grev haklarını kullanamaz oldular. Memur sendikaları yandaş sendikaya arka çıkılarak devreden çıkarılmaya çalışıldı. İş güvenliği tam anlamıyla ortadan kalktı. İş kazaları iş cinayetlerine dönüştü. Bunun en son örneğini Soma maden ocağında gördük. İş yaşamında taşeronlaştırma ve özelleştirmeler en yüksek noktaya çıktı. Ülke varlıkları satıldı, bankalar yabancıların kontrolüne geçti. Sanayi durdu, tarım çökertildi. Yargı doğrudan iktidarın emrinde görev yapar hale getirildi. Mevcut duruma hayır diyenlere karşı her türlü yaptırım uygulandı uygulanmaya devam ediyor. Yani sizin anlayacağınız Recep Tayyip Erdoğan ülkede bir Alikıran başkesen olup çıktı. Meclis çoğunluğuna güvenen AKP her türlü baskı yasalarını meclisten geçirip Abdullah Gül’e rahatlıkla onaylatarak yürürlüğe soktu. İşte bu koşullar altında 30 Mart 2014 yerel seçimleri yapıldı. Bu yerel seçimlerde bugüne kadar görülmemiş düzeyde hileler hurdalar döndü. Üstelik yargı gözetiminde yapılan bu seçimler kimi il, ilçe ve YSK kararlarıyla da yapılan hilelerin üstü örtüldü. Böylece AKP bir kez daha %42,8 gibi bir oy oranıyla bir kez daha seçimleri kazanmış oldu. Durumdan biraz daha yüreklenen Erdoğan Gezi gösterileri sırasında “emri ben verdim” diyerek katledilen gençlerimizin ve kendisine, bakanlarına karşı çekilen 17 Aralık operasyonun ağırlığını da üstünden atarak Cumhurbaşkanı olmak için halkın karşısına çıktı. Cumhurbaşkanı adayı ama Başbakan olarak görevinin başında. Öteki adayların ise kurallar işletilerek elleri kolları bağlandı. Samsun’dan başlattığı mitingini Erzurum’da devam ettirdi. Bu mitingleri hangi olanaklarla yaptığı bile belli değil. Bulunduğu mevkinin olanaklarını tepe tepe kullandığını zaten biliyoruz. Erzurum’da yaptığı konuşmayı dinledik. Zatı muhterem eğer cumhurbaşkanı olursaymış yolla da, köprüyle de ilgilenecekmiş. Breh breh breh! Adam bari her şey benim diye ilan etse de biz de kurtulsak kendisi de kurtulsa. Öyle ya o zaman parlamenter sisteme ne gerek var? Kukla bir başbakan, Recep Tayyip Erdoğan da her konuda söz ve karar sahibi olsun bitsin bu iş.

Şimdi burada bir soluklanalım. Bu önlenebilir yükselişin adı bilimsel literatürde nedir sizce? Sizi bilemem ama bizler buna faşizm diyoruz faşizm!

Yazımızı Dimitrov’un ‘Faşizme Karşı Birleşik Cephe’ kitabından bir alıntı ile sürdürelim.

“FAŞİZM KUDURMUŞ AMA DENGESİZ BİR GÜÇTÜR

Burjuvazinin faşist diktatörlüğü kudurmuş bir güçtür, ama dengesizdir.

Faşist diktatörlüğün dengesini bozan başlıca etkenler nelerdir?

Faşizm burjuva kampındaki ayrılıkları ve çelişkileri yenmeye uğraşır, ancak bu, çelişkileri daha da keskinleştirir.

Faşizm öteki siyasi partileri şiddetle yok ederek kendi siyasal tekelini kurmaya çalışır. Ancak kapitalist sistemin ve sınıfların varlığı ve sınıf çelişkilerinin hızlanması, faşizmin siyasi tekelini yerinden oynatır ve yokeder. Sovyet ülkesinde durum böyle değildir; çünkü proletaryanın diktatörlüğü orada da bir partinin siyasi tekeli yoluyla gerçekleşmiş olmakla birlikte, bu siyasi tekel milyonlarca emekçinin çıkarlarıyla uyuşmaktadır ve sınıfsız bir toplum yaratmaya yönelmiştir. Faşist bir ülkede faşistlerin partisi, sınıflan ve sınıf çelişkilerini ortadan kaldırmayı amaçlayamaz. Aksine burjuva partilerin yasal, legal varlığına son verir. Faşist diktatörlüğün dengesiz oluşunun bir başka nedeni de şudur: Faşizmin sürdürdüğü anti-kapitalist demagoji ile, tekelci burjuvaziyi en korsanca biçimde palazlandırma politikası arasındaki karşıtlık, faşizmin sınıfsal yapısını teşhir etmeyi kolaylaştırır.

Ayrıca faşizmin kazandığı zafer, kitlelerin kin ve öfkesini çeker üzerine. Onları devrimci yapar ve proletaryanın faşizme karşı Birleşik Cepheyi kurabilmesi için zorunlu olan örgütlenmesini ve hareketini sağlar. Faşizm, ekonomik milliyetçilik (Otarşi) siyaseti izler ve savaşa hazırlanmak için ulusal gelirin büyük bir kısmını eline geçirerek, ülkenin bütün ekonomik hayatını baltalar ve kapitalist ülkeler arasındaki ekonomik mücadeleyi hızlandırır. Burjuvazinin içinde beliren çelişkileri keskin, hatta kanlı çatışmalarmış gibi reklam eder; oysa halkın gözünde faşist yönetimin dengesi böylelikle bozulmuş olur. Geçen yıl 30 Haziran’da(57) Almanya’da olduğu gibi, eğer hükümet ardından gelenleri öldürürse ve faşist bir hükümete karşı faşist burjuvazinin bir başka kesimi silahla savaş açarsa -sözgelimi, Avusturya’daki Nasyonal Sosyalist darbe ve Polonya, Bulgaristan, Finlandiya ve başka ülkelerde küçük faşist grupların faşist hükümete saldırmaları gibi- bu nitelikteki bir hükümet küçük burjuva kesiminin gözünde etki ve ağırlığını kısa zamanda yitirir. (57) 29-30 Haziran 1934’te SA’nın, Nasyonal Sosyalist Partisinin bütün liderleri Hitler’in emri üzerine tutuklandılar. 1500 kadar kumandan öldürülürken, SA da akılcı yollarla temizlendi. Büyük iş çevrelerinin isteğiyle yapılan bu katliama gösterilen bahane, SA’nın “ikinci bir devrim” için kendi içindeki küçük burjuva unsurlarını yok etmek amacıyla Hitler’e karşı bir hükümet darbesi hazırlamasıydı.

İşçi sınıfı burjuva kampındaki karşıtlardan ve çelişkilerden yararlanabilmelidir. Ancak, faşizm kendi çelişkileri içinde kendi kendini yitirecektir gibi bir aldatmacaya da kanmamalıdır. Faşizm kendi kendine çökmeyecektir. İşçi sınıfının devrimci eylemi, -faşist diktatörlüğü baltalamak ve yıkmak için-burjuva kampındaki kaçınılmaz çelişkilerden yararlanabilir.

Faşizm, burjuva demokrasisinin kalıntılarını yok ederek, uluorta şiddet taraftan bir hükümet sistemine dönüştüğü için, sözde, demokrasiyi sarsar ve emekçi halkın gözünde kanun otoritesini yıkar. Faşizme karşı işçilerin silaha sarıldıkları Avusturya ve İspanya gibi ülkelerde durum böyledir. Avusturya’da “yenilgilerine rağmen” Schutzbund’un ve komünistlerin mücadelesi faşist diktatörlüğün dengesini ta başından sarsmıştı.

İspanya’da burjuvazi emekçi halkın ağzını faşizmle kapatamadı. Avusturya ve İspanya’daki silahlı mücadeleler, işçi sınıfının devrimci sınıf kavgasının zorunluluğunu anlamalarını sağlamıştır.

Ancak, İkinci Enternasyonal’in emekliye ayrılmış kuramcısı Karl Kautsky(58) gibi müthiş düşmanlar ve burjuva uşakları işçilere leke sürer; Avusturya’da ve İspanya’da silaha sarılmamalıydılar, derler. Eğer bu ülkelerdeki işçiler Kautsky gibilerin hain öğütlerine kulak verselerdi, eylemleri nice olurdu. Doğal olarak işçi sınıfının saflarında herkesin maneviyatı bozulacaktı.

İç savaş dersi halkı etkiler” der. Lenin. “Güç bir derstir bu; programında karşı devrimin zaferleri, kudurmuş gericilerin ayartmaları, eski hükümetler tarafından isyancılara verilen vahşice cezalar, vb. gibi kaçınılmaz unsurlar bulunmaktadır. Ne var ki, ancak açıktan açığa bilgiç geçinenler ve bunak mumyalar, uluslar bu zorlu derse başlıyorlar diye ağlaşırlar. Bu okul ezilen sınıflara iç savaşı nasıl yürüteceklerini öğretir. Muzaffer bir devrimi nasıl gerçekleştireceklerini öğretir. Bunun kölesi durumundaki kitlelerine ezilmiş, uyuşuk, bilgisiz kölelerin özündeki o nefreti aşılar. O köleler ki, köleliklerinin utanç verici durumunun bilincine vardıkları zaman, tarihin en yiğit eylemlerine girişirler.”(*) (58) Kautsky, Karl (1854- 1938). II. Enternasyonal’in en önemli Sosyal Demokrat teorisyeni. Birinci Dünya Savaşı sırasında saf değiştirdi. SSCB’ye düşman oldu ve Lenin’in kitabına “Proleter İhtilali ve Dönek Kautsky” adıyla geçti.

Yukarı’da Dimitrov’un kitabında söylenenlerin hangisi ülkemizde yaşanmıyor? Dengesizce saldırmak mı, AKP iktidarının yarattığı onca çelişkiler mi, kurulu partilere akıl almaz saldırısı mı, gençlerin katledilmesine verilen fetva mı, demokratik hak ve özgürlüklerin son sınırına getirilmesi mi, evet evet hangisi yaşanmıyor. Madem durum tam da budur. O zaman faşizme karşı başta sosyalistler olmak üzere geniş bir kesimin örgütlü bir şekilde faşizme karşı mücadelelerinden daha doğal ne olabilir ki? Bu aşamada Cumhurbaşkanı seçimi ile sınanıyoruz. Bir anlamda Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimi kazanması engellenerek ilk ve değerli sayılabilecek bir adım atılmış olmaz mı?

Biliyoruz yine devrimbazlık taslanacak ve bizim gibi bilimsel sosyalizmin savunucularına her türlü kara çalınacaktır. Ancak ne söylenir? Kuram ağacı gridir, yaşam ağacı yeşildir. Bizim işimizse yaşam ağacını hep yeşil tutmak için o gri gözüken kuramı yani teoriyi sağlam bir şekilde yığınlara götürmektir. Lafla peynir gemisi yürümez derler. Faşizm de eğer lafla engellenebilseydi, inanıyorum ki, bu yolda vagonlar yüküyle laf söylenmiştir, olur biterdi.

Şimdi eylem zamanıdır ve de tatil beldelerinden atıp tutarak bu gemi yüzdürülemez.

Yazımıza devam edeceğiz.