Yazan: Turgut Koçak 5 Temmuz 2014
Söze kısa bir anımsatma ile girelim.
Biliyorsunuz 1970’li yılların ortalarından itibaren ülkemizde devrimci dalganın yükselişine tanık olduk. Sol ve sosyalist hareketler yine bölük pörçüktü ama bir o kadar da etkili ve yığınsaldı. Demokratik kitle örgütleri keza öyle. DİSK’in üye sayısı 700 bine TÖB-DER’in üyesi 300 bine yaklaşırken TÜS-DER, TÜM-DER gibi örgütlerde büyük ölçüde yığınsaldı. Bu gelişmelerden TÜRK-İŞ’e bağlı sendikalar da önemli ölçüde etkilenmiş, gerektiğinde DİSK’le sık sık yolları kesişen işbirlikleri yapılabilmekteydi. DİSK, işçilerin haklarını savunmak açısından tartışmasız bir öncü rolü oynadığı için her iş kolunda örgütlenmesi de kolayca yapılabiliyordu.
Ne var ki, bütün bu gelişmeler yaşanırken egemen güçler de boş durmuyor, MHP ve çevresinde örgütlenen vurucu güçler aracılığı ile ülkenin her yerinde devrimcilere karşı saldırılar gerçekleştirildiği gibi Maraş, Malatya, Sivas ve Çorum olayları ile birlikte siyasi gericiliğin sürekli tırmandırılmasına ortam hazırlanıyor, artık günde ortalama 25-30 kişinin yaşamını yitirdiği olaylar yaşanıyordu. Bir anlamda tekelci sermayenin en gerici, en sömürücü, en kan dökücü ve en şoven kesimleri harekete geçmişti. Kimi yerlerde sıkıyönetim bile ilan edilmesine karşın, olayları önlemek şöyle dursun sanki olaylar görünmez bir el tarafından sürekli olarak teşvik ediliyor, faili belirsiz cinayetler gitgide daha da artıyordu. Uluslararası sermaye Türkiye işbirlikçi sermayesine 24 Ocak Kararları’nı dayatmıştı ama mevcut koşullarda bu kararların uygulanmasının da olanağı yoktu.
Özetle söylemek gerekirse her geçen gün sürekli olarak tırmandırılan siyasi gericilik günlerinin faşizmle noktalanacağı gün gibi belli olmuştu. Birçok politik çevreler faşizmi engellemek için “Faşizme geçit yok” sloganıyla ortaya çıkıyordu fakat kimsenin faşizme karşı oluşturulacak bir cephede buluşmaya ne niyeti vardı ne de isteği. Mecut sol ve sosyalist yapılar deyim yerindeyse bağıra bağıra gelen faşizme karşı savaşmaya hazır değillerdi. İşçiler, emekçiler, köylüler, memurlar, küçük burjuva unsurlar, öğrenciler ve kadınlar faşizme karşı geniş cephede buluşturulamamıştı. Faşizme karşı cephede yer alması gereken sosyal demokratların kararsızlığını bozacak sol ve sosyalist soldan dikkate değer bir çıkışta söz konusu değildi. Kaldı ki, o dönemlerde CHP’ye yönelik faşist saldırıların bile haddi hesabı yoktu. CHP mitingleri saldırıya uğruyor, Ecevit’in bile hayatı sayısız kez tehlikeye giriyordu. Artık sendikal ve siyasal önderlere dönük siyasal suikastler birbirini izler olmuştu. Toplumda yaratılan korku ve memnuniyetsizlik öylesine fişekleniyordu ki, toplumun önemli bir kesimi ne gelirse gelsin bundan daha kötü olmaz deme noktasına gelmişti. Mevcut durumun olgunlaşmasını bekleyen işbirlikçi tekelci sermayenin en en diye adlandıracağımız unsurlarının işaretiyle ordu harekete geçti ve Kenan Evren’in komuta silsilesinde iktidara el koydu. İktidara el koyan ordu, özellikle sola vurmakla birlikte MHP ve yandaş örgütlerini de boş bırakmadı. Onları da şaşkınlık içine düşürerek cezaevlerine attı. Bu duruma çok hayıflanan MHP ileri gelenleri bu durumu şöyle izah ettiler; “Fikrimiz iktidarda biz içerdeyiz.”
1923’lerde Balkanlarda, 1930’lar sonrasında İtalya, Almanya, Polonya, Avusturya, İspanya vb ülkelerde faşizmle tanışan tüm ülkelerde de tıpkı bizim ülkemizdekine benzer şeyler yaşanmıştı. Aradaki en önemli fark ise Avrupa karasında faşist iktidarlar askeri darbelerle değil, daha çok sivil darbelerle gelip iktidar olmuşlardı. Oysa dönemin komünist partileri hatırı sayılır bir güce sahiplerdi ve de faşizmi engelleyebilirlerdi. Ama Avrupa karasında faşizm engellenemedi. Bunun pek çok sebepleri vardı var olmasına ya öne çıkan en önemli nedenlere parmak basarsak konuyu anlaşılır kılabiliriz. Avrupa’da bir mücadele tarihi ve kazanılmış mevziler söz konusuydu. Kimse bu koşullara karşın faşist diktatörlük yanlılarının gelip iktidar olabileceğine akıl bile erdiremiyordu. Hatta içlerinde; “40 yıllık mücadele geleneğimiz var, faşizmin gelmesi mümkün değildir” diyenler vardı. Komünist partiler bolşevikleşemedikleri gibi politik önderliklerden de büyük ölçüde yoksundu. Hızla toplumun faşizme karşı olan kesimleri, faşizme karşı cephede toplanmalarının sağlanması gerekirken bu da bir türlü başarılamıyor, sonuçta Avrupa karasına faşizm karabasan gibi çöküyordu.
Oysa işler çok değişmiş, burjuvazi 1789 Fransız burjuva devrimi ile kazanılan hak ve özgürlükleri tekelci burjuvazi terkedeli çok olmuştu. Onlar artık parlamentoyu bile yük olarak görmeye başlamışlardır. G. Dimitrov’un ‘Faşizme Karşı Birleşik Cephe’ kitabından uzun bir alıntı ile konuyu daha açık hale getirirsek; “Tarihi, toplumsal ve ekonomik koşullar, ulusal özellikler, hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik biçimlerde gelişmesine yol açmaktadır. Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin kesin olduğu birtakım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu feshetme yoluna gitmez. Sosyal Demokrat Partiler de dahil olmak üzere öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar. Başka ülkelerde eğer yönetici burjuvazi erken bir devrimin patlak vermesinden korkuyorsa, faşizm sınırlandırılmamış olan siyasal tekelini kurar. Bunu, ya hemen ya da rakip parti ve gruplara karşı terör yönetimini ve kan kusturmayı artırarak yapar. Kendi durumu özellikle açıklığa kavuşunca bu durum faşizmin, kendi temelini genişletmesini ve sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist dikta-toryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleştirmesini engellemez.
Faşizmin yönetimi ele geçirmesi, sadece bir burjuva hükümetin bir diğerini izlemesi değildir. Burjuvazinin -burjuva demokrasisinin belli bir sınıfsal egemenliği içeren devlet biçiminin, bir diğeriyle; açık terörist diktatörlükle değiştirilmesidir. Bu farkı gözden ırak tutmak çok yanlış olur. Çünkü bunun unutulması devrimci proletaryanın, emekçi halkın en yaygın olduğu şehir ve köy kesimlerinde yönetimi ele geçirmeye çalışan faşistlere karşı mücadeleye girişmesine, ayrıca burjuva kampında söz konusu olan iç çelişkilerden yararlanmasına da engel olabilir. Yine faşist diktatörlüğün yerleşmesi açısından, bugün burjuva demokratik ülkelerde burjuvazinin gittikçe gelişen gerici tedbirlerinin önemini küçümsemek de aynı oranda ciddi ve tehlikeli bir hatadır. Bu tedbirler emekçi halkın demokratik özgürlüklerini baskı altında tuttuğu gibi, parlamentonun haklarını da zedeler, sınırlar ve devrimci hareketin engellenmesini de güçlendirir.”
Sonuç olarak ülkemizde önlenemeyen 12 Eylül faşizmi, ilericiler, devrimciler ve sosyalistler için ağır bedellerin ödenmesine neden olmuştur. Hiç kuşku yok ki, çıkarılacak onca ders olmasına karşın, yine de gerektiği kadar ders çıkarıldığı söylenemez. 1970’li yılların sonuna doğru hatırı sayılır bir güce erişen sol ve sosyalist hareketler ağır baskılar ve dünyadaki değişiklikler sonucu büyük oranda güç yitirmenin yanında ideolojik ve örgütsel olarak da büyük ölçüde gerilemişlerdir. Bugün yaşadığımız açmazın asıl nedenini buralarda aramak gerekir.
Bir kez daha Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP iktidarı ile birlikte benzer şeyler yaşanmasına karşın ilerici, devrim ve sosyalist kesimlerde değişen bir şey söz konusu değildir.
Sayısız kavram kargaşası ve kararsızlık nedeniyle Recep Tayyip Erdoğan Recep Tayyip Erdoğan, kurguladığı amaca adım adım yürümekte ve bizler geliyorum diyen tehlikeyi önlemenin bir yolunu bulmakta zorlanmaktayız.
Ancak çare yine de tükenmiş değildir. Yarınki yazımızı bu noktadan devam ettireceğiz.