Yazan: Turgut Koçak 3 Haziran 2021
Bugün Nazım’ın 58. Ölüm yıldönümü. Aramızdan ayrılalı 58 yıl olmuş fakat o hiç bizlerin arasından kopmuş değildir. En zor zamanımızda da bizimleydi, mutlu günlerimizde de. Kimsenin doğru dürüst kendisini tanımadığı sadece komünist Nazım Hikmet olarak bildikleri zamanlarda da şimdi de biz ve bizim gibiler şiirlerini sular seller gibi bilir okulda, mitingde, bir salon toplantısında korkusuz ve coşkuyla okurduk.
Özellikle Sağlık Koleji’nde okuduğum yıllarda Nazım’ın şiirleri yüzünde az disiplin kuruluna çağrılmadım. Kimi zaman disiplin kurulundan bol nasihatle ayrıldığım oldu, kimi zaman da cumartesi Pazar okul dışına çıkmama yasağı ve okuldan uzaklaştırmalarla. Ortaokul yıllarımda buluştum Nazım’ın şiirleriyle. O şiirler öyle şiirlerdi ki bir bilemediniz iki kez okuduğunuzda aklınızda kalır, okudukça da alır sizi başka dünyaların içine konuk ederdi.
Bugün bile şaşırdığım şeyler duydum Nazım’ın şiirleri ile ilgili babamdan. Babam nereden öğrenmiş, nasıl aklında tutmuş bilemem ama ilk Kuvayı Milliye şiirlerini, Güneşi İçenlerin Türküsünü, Davet ve Salkım Söğüt şiirini babamdan duydum. Babam, biz tarlada çalışırken yorulmayalım da gayrete gelelim diye okur zaman zaman da bize bu şiirlerin yorumunu aktarmaya çalışırdı. Ben Peyami Sefa’yı da ilk babamdan işittim. Nazım Peyami Sefa’yı jurnalci olduğu için hiç sevmezmiş. Babam da sevmezdi. Babam ara sıra Doktor Hikmet Kıvılcımlı’dan da söz ettiği olurdu ama ondan çok söz etmez sadece Nazım’la araları açık derdi o kadar.
Niyedir bilmem ama bir kezinde de Doktor Hikmetli ilişkilendirerek Nazım’ın Stalin’i eleştirdiği şiirini okumuş ama bunun üzerinde de çok durmamıştı. Şiirin hepsini değildi akılda kalacak yanını okurdu. Bir gün hepsini okudu ve bana dedi ki bu şiir Stalin’e haksızlık bence…
Şiir şu:
Taştandı tunçtandı alçıdandı kaattandı iki santimden yedi metreye kadar
taştan tunçtan alçıdan ve kaattan çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi taştan tunçtan alçıdan ve kaattan gölgesi
taştan tunçtan alçıdan ve kaattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
odalarımızda taştan tunçtan alçıdan ve kaattan gözleri önündeydik
yok oldu bir sabah
yok oldu çizmesi meydanlardan
gözleri ağaçlarımızın üstünden
çorbamızdan bıyığı
odalarımızdan gözleri
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kaadın
Niyeyse babam bu şiirde Stalin’e haksızlık yapıldığını düşünür, severek okumazdı ama babam yine de Nazım’ı çok severdi. Babam askerliğini tam da İkinci Paylaşım Savaşı sırasında Bursa’da yapmış, Çekirge ’den ve buradaki otellerden çok söz ederdi. Nazım’ı orada mı duymuştu onu da çık iyi bilmiyorum. Askerlik dönemini anlattığı için pek çok bilgiyi de burada edindiğini düşünüyorum. Çünkü babamın askerlik anıları öyle bıktıran cinsten anılar değildi. Düşünseniz ya tam o dönemde subaylar bile kendi aralarında ikiye ayrılmış, bir kısmı Almanya’yı tutarken bir kısmı da Almanya’nın dünyayı tehlikeye sürüklediğinden, Birinci Paylaşım Savaşı’nda da başımıza onların bela olduğunu söyler aralarında zıtlaşıp dururlarmış. Babam öğrendiklerinin ne kadarını askerlikte öğrendi bilemiyorum ama şimdi düşünüyorum da anlattıkları az boz şeyler değildi.
Bizim evde kardeşlerim ve ben işe pek erken gitmezdik. Babamda öyleydi. Bir gün işe gitmeye hazırlanıyoruz. Adamcağız onu hazırlayacağım, bunu hazırlayacağım diye kan ter içinde kalmış, zaten köy işlerini de pek sevmediği için çatacak yer arıyordu. Biz ise 1965’in Tip’ini öyle ateşli tartışıyorduk ki bize dedi ki “yahu yeter, bu evde civcivlere kadar sosyalist oldu siz hala kalkmış bunları konuşursunuz. Bakın bir şey daha söyleyeceğim, siz konuşup duruyorsunuz ya devrim mevtim olacağı yok. Sovyetler ’de devrim nasıl oldu biliyor musunuz dedi. Bize kızmasın diye öylece bekledik. Dedi ki Rusya Birinci Cihan Harbi’ne girmişti. Büyük kayıplar verdi. Halk iktidardan memnun değil, açlık sefalet almış yürümüş. İşte sizinkiler tam da doğru zamanı bekledi ve öyle devirdiler Çarlığı. En iyisi mi Türkiye’de devrim mevtim olmayacağına göre doğru ekin tarlasına…
Babamdan çok Karacaoğlan türküsü dinledik biz. Ondan duyduğum ve belleğime kazınmış olan Salkım Söğüt şiirini de yazayım da Nazım’ı ülkenin en bilinmeyen yerinde bile insanların bildiğini söyleyerek yazımı bitireyim.
SALKIMSÖĞÜT
Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!
Birden
bire kuş gibi
vurulmuş gibi
kanadından
yaralı bir atlı yuvarlandı atından!
Bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız dolu gözlerle
uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!
Ah ne yazık!
Ne yazık ki ona
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!
Nal sesleri sönüyor perde perde,
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!
Atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar!
Atları rüzgâr kanat…
Atları rüzgâr…
Atları…
At…
Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!
Akar suyun sesi dindi.
Gölgeler gölgelendi
renkler silindi.
Siyah örtüler indi
mavi gözlerine,
sarktı salkımsöğütler
sarı saçlarının
üzerine!
Ağlama salkımsöğüt,
ağlama,
Kara suyun aynasında el bağlama!
el bağlama!
ağlama!
Nâzım HİKMET
Haksızlık olmasın, babam bize derdi ki Lenin’i en iyi anlayan Stalin’di. Onun döneminde içten ve dıştan Sovyetleri yıkmak için o kadar çok şeyler yaptılar ki yine de yıkamadılar. Bizim köylüler ne bilecek Stalin’i, Lenin’i. Radyodan Stalin’in adını duymuşlar salt aşağılamak için köpeklerinin adını bile Stalin koymuşlar. Siz bunları mı kurtaracaksınız? Bunlar kör karanlıklarından kurtulmak istiyorlar mı ki kurtulsunlar. Alın size bir şiir daha. Bu da Nazım’ın “Akrep Gibisin Kardeşim” Şiiri.
“Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”
Üç güzel insanı anarak noktalayayım yazımı.
Nazım Hikmet, Ahmed Arif ve Orhan Kemal. Bugün oturun bence üçünden de bir şeyler okuyun. Size kesin iyi gelecektir. Çünkü onlar bizim ülkemizin en büyük değerleriydi.