Yazan: Turgut Koçak 4 Şubat 2012
Bizler ne söylersek söyleyelim, ne yazarsak yazalım her şey eşyanın doğası gereği oluyor. Bizim ülkemizde kapitalist sistem kendi iç dinamiği ile gelişmediği için feodal unsurları tasfiye edemedi. Süreç içinde ise sözünü ettiğimiz feodal unsurlar burjuva iktidarlarının ayakta kalması için çok önemli sayacağımız bir işlev gördü. Cumhuriyet sonrası Anadolu’da bulunan beyler, şeyhler, şıhlar güçlerini büyük ölçüde korudular. Beylerin önemli bir bölümü hemen kabuk değiştirerek burjuvalaşırken, dinsel hasletlerle hareket edenler bir ölçüde geri çekildilerse de cumhuriyetle olan mücadelelerini hiç mi hiç bırakmadılar. Burjuvalaşan beyler; feodal olmanın alışkanlıklarını olduğu gibi sürdürdükleri için Türkiye yönetiminde söz sahibi olan burjuvalar burjuva demokratik ortamın serpilip gelişmesine bile tahammül edemediler. Daha açık söylemek gerekirse başlangıçtan günümüze değin faşizan baskılar uygulamaktan asla geri durmadılar. Bu yüzden de cumhuriyet tarihinin büyük bir bölümü ya sıkıyönetimlerle ya da olağanüstü hal yönetimleriyle geçti. Ülkemiz artan sosyal muhalefet nedeniyle uluslararası desteği olan 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 olmak üzere iki faşist askeri darbe gördü. Buraya gelinceye kadar ülkemizdeki tüm burjuva iktidarlar dinsel hasletlerle Kemalizm’den raundu almak isteyen tarikat ve cemaat yapılanmalarının desteğini almak için onları sürekli olarak korudukları gibi serpilip gelişmelerine de yardımcı oldular. Gerektiğinde onları parlamentoya taşıyarak ortamı daha da gericileştirdiler.
Cumhuriyet dönemi boyunca gerici güçleri arkasına alan iktidarlar ilerici, devrimci ve sosyalistlere karşı sürek avı sürdürerek akıl almaz baskılar uyguladılar. 1960’lara gelindiğinde ise giderek artan sol muhalefet nedeniyle emperyalist/kapitalist sisteme göbeğinden bağlı işbirlikçi iktidarlar gemi iyice azıya aldılar. Solun karşısına çıkarılmak için ABD destekli Komünizmle Mücadele Dernekleri kuruldu. Bu dernek doğrudan iktidarların yönlendirimiyle sol ve sosyalist örgütlenmelere karşı taşlı, sopalı ve silahlı saldırılarda bulundular. Hedefe konulan Türkiye İşçi Partisi ve öğretmenlerin örgütü TÖS’ün toplantıları ve binaları bu çevre tarafından basılmaya başlandı. O dönemde Son Havadis, Tercüman gibi gazetelerde sürekli olarak TİP ve TÖS’ü hedef gösteren ağır saldırı yazıları yer aldı. O dönemde gerici ve faşizan oyların toplandığı parti ise Adalet Partisi’ydi. Ancak solun gelişmesini durdurmak yine de mümkün olmadığı için Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, Türkeş ve arkadaşlarınca ele geçirildi ve buradan çıkışa geçen “Hıra dağı kadar Müslüman, Tanrı Dağı kadar Türk” geleceğin ülkücüleri böylelikle yaratılmış oldu. Dikkat edilirse dinci gericilik ve milliyetçi faşist kırmalar kendilerini doğrudan sosyalizmin karşısında konumlandırmışlar, ABD emperyalizminin ve saldırı ve savaş örgütü NATO’nun YEŞİL KUŞAK projesinin aktörü haline gelerek gelecekte kontrgerilla olarak niteleyeceğimiz yapılanmanın sivil ayağını oluşturmuşlardır.
Her iki yapı da tüylenip gelişti. 1973 yılında yapılan seçimlerde CHP ile koalisyon yapacak denli bir gelişme gösteren MSP Bülent Ecevit’in başbakanlığında hükümet ortağı oluverdi. Dinsel eğilimleri bir hayli ağır basan bu örgütlenme 1974 Affı olarak bilinen affın çıkarılması sırasında solcuların af edilmemesi için engel koydu. Bu yüzden de cezaevinde bulunan solcular ancak Anayasa Mahkemesi’nin eşitlik ilkesine dayandırılmadığı gerekçesiyle bu affın herkesi kapsaması gerektiği yolunda verdiği karar nedeniyle MSP’nin engeli işe yaramadı. 1970’li yıllar ise açıktan açığa dinci yapılanmaların Sovyetleri kuşatma politikasına uygun olarak politika izlediklerini açıkça görmekteyiz. 12 Eylül 1980 faşist darbesi ise hemen herkesi ezerken bir tek Erbakan ve yandaşlarına dokunmadı. Onlar bu dönemi 12 Eylül darbecilerinin himayesi altında geçirerek gelişip güçlendiler.
Güçlenen dinci yapı, daha sonra seçimlerde birinci parti olmayı başardı ve Çiller’in başkanlığındaki DYP ile koalisyon kurdu. Sözü geçen koalisyona karşı gösterilen tepki nedeniyle Erbakan hükümeti dağıldı. Ancak önemli bir güç olarak mecliste hep bulundular. Ecevit başkanlığında kurulan koalisyonlar döneminde ise Abdullah Gül ve R. Tayyip Erdoğan Erbakan’ın partisinde birisi milletvekili öteki de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak görev yapıyordu. O döneme baktığımız zaman bizzat Abdullah Gül’ün meclis konuşmaları Türkiye’de konuşlandırılan ABD’nin ‘ÇEKİÇ’ gücüne karşı ağır eleştirilerle doludur. Günler hızla akıp geçti. ABD emperyalistleri 11 Eylül 2001 tarihinde İkizkule’ye yapılan saldırıyı bahane ederek Afganistan’ı diğer emperyalist ortakların da yardımıyla işgal etti. Sıra Irak’a gelmişti. Ecevit ise Irak’ın işgaline karşıydı. Bu nedenle de ABD nezdinde Ecevit bir an önce iktidardan uzaklaştırılmalıydı öyle de oldu. Erbakan’ın dizi dibinde büyüyen iki kişi Erbakan’ın partisini böldüler ve AKP’yi kurdular. Herkes şaşkındı. Oysa ABD’nin bu politikası sahneye konalı hayli zaman olmuştu ve 1996 yıllarına dayanıyordu.
Sonuçta erken seçim kararı alındı ve 2 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimleri büyük bir çoğunlukla AKP kazandı. Artık bölgede ABD planı rahatlıkla uygulanabilirdi. Uygulandı da. Tam 10 yıldır AKP iktidarının emperyalist dünya ile içli dışlılığını hepimiz biliyoruz. Bu yüzden de yazımızın konusu bu değil.
AKP işbaşına geldiğinden bu yana laiklikle ilgili tartışmalar hiç hız kesmeksizin devam etti. AKP adım adım laik Türkiye’yi ABD güdümünde Ilımlı İslam çizgisine taşımak için sayısız uygulamalara imza attı. Bu yönde özellikle de eğitim alanında bildiğimiz değişiklikler gerçekleştirerek eğitimin kalbini ele geçirdi. Bütün bunlar olurken soldan bazı kimseler laikliği önemsemez yazılarla AKP’nin değirmenine su taşıdılar. Görünüşe bakılırsa AKP kendisi için engel gördüğü çevreye boyun eğdirmiş, kendisine karşı olduğunu düşündüğü üst düzey ordu mensupları başta olmak üzere; orduda şu an görev yapan ve emekli olan kimseleri Silivri’ye gönderiverdi. AKP, politikalarında görünüşe göre hayli başarılıydı. Ancak saklayamadığı bir korkuyu da içinden hiç mi hiç atamıyordu. AKP bir hayli yol almıştı almasına ya, yine de karşısındaki güçler diri sayılırdı. Gelinen en son noktada ‘GENÇLİĞE HİTABE’ hedef alındı ve okullardan kaldırılacağı yönünde arka arkaya bilgiler gelmeye başladı. En son Hüseyin Çelik’in konuşması ise bugüne kadar yaşananların üstüne tüy dikti. Peki, AKP niçin ‘GENÇLİĞE HİTABE’yi hedefe koymuştu? Bunu anlamak için; içindeki sözlere bakmak yeter de artardı bile. AKP, tam da M. Kemal’in belirttiği bir konumdaydı, bu hitabe ile de M. Kemal tarafından AKP hedef gösteriliyor da denilebilirdi. Bu tartışmaların nedeni de, hitabenin içeriğiydi.
Gelelim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Hedefimizde dindar gençlik yetiştirmek var” demesine. Laik, demokratik bir ülkenin başbakanı böyle bir söz söyler mi söylemez mi bunu çoktan geçtik. Geldiğimiz nokta tam da İhsan Eliaçık’ın söylediği noktadır ki, tehlike de işin burasındadır. İhsan Eliaçık yaptığı açıklama da Recep Tayyip Erdoğan’ı totaliter olmakla suçluyordu ki, katılmamak elde değildir. Recep Tayyip Erdoğan’ın anlayışı ile bizlerin anlayışının örtüşmesinin olanağı yoktur. Çünkü 10 yıldır iktidarda olan Recep Tayyip Erdoğan’ın dindar gençlik ve nesilden anladığı şeyin Amerikancılık olduğu açıkça bellidir. Şimdi başbakana bir soru yöneltiyoruz: Sizin istediğiniz hizaya; gençlik girmezse ve de bizler bu politikaya karşı mücadele edersek ne yapacaksınız? Yoksa üzerimize beş bin, on bin örgütlü kara giysililerinizi mi salacaksınız? Durum anlaşılmıştır.
Siz;
“ Camiler kışlamız, minareler süngümüz” isimli bir şiir okumuş, bu yüzden ceza aldığınız için hapis yatarak uzun süre mazlumu oynamıştınız ya demek ki, o kadar da mazlum değilmişsiniz.
Son kez soruyoruz size siz kimin üstüne kimi sürmek ve kafanızdaki totaliter sistemi oturtmak istiyorsunuz duymak istiyoruz Sayın Başbakan duymak istiyoruz…