DİNCİ; GERİCİ VE FAŞİST SİYASETÇİLERDE YALAN ÇOK!

Yazan: Turgut Koçak 17 Aralık 2022

Meğer neler çekmişler bu dinci, gerici takımı. Karşılarında masal devleri varmış da sanki onları bilmem kaç arşın kılıçla doğramışlar. Oysa bu çevrelerin övüneceği tek bir öyküleri bile olmadığı için anlattıklarının hepsi masaldır hepsi yalan. Niye böyle yaptıklarını bana sorarsanız özeti şudur; sadece ve sadece kendilerini efsaneleştirmek istedikleri içindir. Gerisi ise boş bir keferedir.

Bir suda bir kez yıkanılır demiş Heraklit demesine de bu diyalektik sanırım bizim sağcı politikacılara işlemiyor. Onlar bir de yıkanıyorlar on beş de. Hepinizin bildiği gibi AKP iktidara geldiği günden bu yana 28 Şubatı diline dolamış bir parti. Cümle gericilerin 28 Şubat bir türlü de dillerinden düşmez. Bu yüzden de bu işte bir keramet var hesabında olanlar sağ muhalefetin estirdiği rüzgârla birlikte İBB’ye yönelik son operasyonda bir kez daha 28 Şubat öne çıkarılmış görünüyor hem de daha da bir ses tonu yükseltilerek. Bir bakıma denilmek isteniyor ki AKP’ye biz sizden daha çok karşıyız 28 Şubatçılara. Şimdi gelin de bu samimiyetsizliğin iyi tarafından tutun nasıl tutarsanız.

28 Şubat nedir neyin nesidir? Bildiğiniz gibi Necmettin Erbakan bir şekilde 12 Eylül faşizminin kazanımlarının sonucu başbakan koltuğuna oturacak denli yıldızı parlatılan biridir. 28 Şubat 1997 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonrasında bir bildirge hazırlanmış Erbakan ise bu bildirgenin altına istemeye istemeye imza attığı gibi gerekli kurnazlığı da göstererek yerini korumak için olur böyle vakalar cinsinden bir tutum sergilemiştir. Bu imzayı atarken Erbakan’ın elbette laiklik diye bir derdi yoktu. Yalnız koltukta kalmayı da başaramadı. Böylece oturduğu koltuğa 30 Haziran 1997 tarihinde veda etmek zorunda kaldı. O dönemin askerleri ise kendilerinden emin mücadelenin özetini şöyle yaptılar. Mücadele bin yıl sürecek… Sürdü de ne oldu? Erbakan’ın dizi dibinden kaldırılan değerli evlatları AKP’yi kuruverdiler ve 5 yıl gibi kısa bir süre sonra ise iktidara geliverdiler. Oysa hesap sözüm ona dinci gericiliğe geçit vermemek değil miydi? Nasıl oldu da bu işin daha bir âlâsı bir partinin önü açıldı ve iktidar koltuğuna oturuverdiler. İşi içinde bir iş olabilir miydi? Üstelik bu yeni gelenler bol bol demokrasiden, darbelere karşı olmaktan söz ederken de ağızlarından bal damlamıyor muydu? Meğer hepsi boşmuş, sanki bunların önünü açmak için görünmez bir el iktidar yolunun taşlarının döşeyivermişlerdi. O koca koca paşalar, şunlar bunlar ortadan siliniverdiler de esamileri bile okunmadı. Liberal kalemşorlar demokrasi yazıları döşeyip bir güzel Erdoğan’nın önünü sonuna kadar açmak gibi bir görevi layıkıyla bir güzel yerine getirdiler.

Birileri her olguyu aynıymış gibi gösterme ukalalığını hiç mi hiç ellerinden bırakmazlar. Bu yüzden de ağızlarını açtıklarında onlar için 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi neyse 27 Mayıs 1969 darbesi de oydu. Öyle olmadığı 27 Mayıs sonrası ülkede gelişen sol ve sosyalist hareketlerin güçlenmesiyle bellidir ama bazı sol çevreler de bu tür değerlendirme konusunda dincileri, gericileri, faşistleri pek aratmadılar aslında. Dolayısıyla 28 Şubat 1997 bildirgesi de aynı kefeye konulamaz. Konulamaz çünkü devamındaki gelişmelere baktığımız zaman 12 Eylül 1980 darbesinin tek sürdürücüsünün AKP ve saray iktidarı olduğunu görürüz fakat bu konuya yine de soru işaretleri koymak gerekir.

Dinci gericiliğin önü 28 Şubat girişimiyle açıldığı tartışma götürmez. Birileri bir bildiri yazmış Erbakan ve bakanlarının önüne koymuş onlarsa basmışlardır imzayı. Bu olay yaşanırken kimin aklından ne geçiyordu bizler bilemeyiz fakat sonrasında yaşanan gelişmeler bize olup bitenler hakkında bir yargıya varma kolaylığı sağlar. Olan şudur; bu olayın sonrasında mücadele bin yıl sürmemiş, AKP’nin iktidarı ele geçirmesi ile birlikte sona ermiştir.

28 Şubat’ın bir benzeri de 27 Nisan 2007’da yaşandı. O dönemde Genelkurmay sitesinden bir internet bildirisi sonrasında bu olay AKP’liler tarafından post-modern bir darbe olarak nitelendi ve sonuçları da AKP’nin yerini sağlamlaştırması ile sonuçlandı. 4 Mayıs’ta Büyükanıt Paşa ile Erdoğan Dolmabahçe’de artık ne konuştularsa mezara kadar götürecekleri bir sırları oldu. Sonrası belli bu girişim bir yanıyla AKP’nin mağduriyetten güç kazanmasına neden olurken Abdullah Gül’ün önünü de açmış oldu. Ve Gül Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturuverdi. Bu dönem her bir şeyin yorumu yerine oturmuş değildi, sonra sonra işin içinde Çapanoğlu olduğu anlaşıldı. Sözde askerler gericiliğin önünün kesilmesi için darbeye yönelmişlerdi fakat hiç de öyle bir şey olmadığı çok belliydi.

İçi boş bir cumhuriyet ve laiklik savunusu içinde olanlar durumu farklı olarak dile getirdilerse de işin içyüzü çok ama çok başkaydı. İşin içinde sınıf gerçeği vardı ve bazıları bu gerçek üzerinden hareket ediyorlardı ama bazılarının ise gönlü aldanmaya ne yazık ki uygundu. Sözde laiklik korunacaktı ama olanlar hiç de öyle olmadı. Adım adım mevziler yitirilmeye devam etti.

Hiç değil şimdilerde konuya bir başka açıdan yani sınıf penceresi açısından bakanların sayısı arttı. Bugün ne iktidarın ne de sağcı muhalefetin anladığı gibi bir laiklik anlayışı ile laiklik savunulamaz. Bu iş köküyle köçeğiyle bir kez daha sol ve sosyalistlerin üstüne kalmıştır ki bunu anlamak için duru bir bilimsel görüşe sahip olmak gerekir.

Yoksa birilerinin 28 Şubat karşıtlığında yarışmalarının ya da taraf olmalarının bize kazandıracağı bir şey ne yazık ki yoktur.