Yazan: Turgut Koçak 6 Mayıs 2020
Baskılana susturula her yanı çöl olmuş bir halkın başını kaldırıp “YETER” diye haykırmak için başını doğrulttuğu tarihtir 1960’lı yılların sonu. Sadece bizim ülkemizde değil, dünyanın dört bir yanında halkların BÜYÜK EKİM DEVRİMİ’nden sonra bir kez daha uyandıkları ve emperyalist/kapitalist Amerika’nın tokat üstüne tokat yediği günlerdir o günler. Sömürülen, baskı altında tutulup işbirlikçi yöneticilerince canlarına okunan halkların yeryüzünün her köşesinde ayağa kalkıp emperyalizme kafa tutmakla kalmayıp göğüs göğüse dövüştükleri tarihtir o tarih…
Bugün nasıl korona virüs korkusu ile dünyanın bütün emekçileri korkutulup uysallaştırılmak isteniyorsa o günlerde de emperyalistlerin korku salan silahlarından söz ediliyordu. Nükleer silahlanmadan başka söz duyamaz olmuştuk fakat kimse ama kimse bu korkutma yoluyla baş eğecek bir teslimiyet ortamına sokulamıyordu. Kendisini dünyanın jandarması yerine koyan Amerika tıpkı bugünlerde olduğu gibi o günlerde de kapitalist dünyanın saldırı ve savaş örgütü olarak kurulmuş NATO’nun büyük abisi olarak bir yandan da NATO’ya yaslanıp tehdit üstüne tehdit savurmaktaydı.
Bununla birlikte Amerika; Güney Amerika’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Asya’nın her yerine kadar geriletiliyor, mevzi üstüne mevzi yitiriyordu. Sovyetler Birliği ise ortaya Avrupa’nın birçok ülkesi ile birlikte Sosyalist Sistem olarak ortaya çıkmış bazı sorunlara karşın yine de ABD’nin önünü kesmekte çok büyük bir rol üstlenmişti. Çin ise önemli bir güç olmasına karşın salt Sovyet düşmanlığı siyaseti gütmesinden kaynaklı gücünü sosyalizmden yana değil de üçüncü bir güçmüş gibi davranıyor fakat Çin’in bu davranışı sosyalizmin işine yaramadığı gibi aksine emperyalist dünyanın ve ABD’nin daha çok işine yarıyordu.
Bu yüzden de Türkiye konumu itibari ile diğer pek çok ülkeden daha çok stratejik bir noktada olması hesabı ile emperyalist dünya en çok da Türkiye’yi Sovyetlere karşı kışkırtmak için kullandığı gibi Sovyetlerin kuşatılması için benimsenen “Yeşil Kuşak” formülünün de en önemli öznesi sayıldığından Türkiye üzerinde oynanan oyunlar çok daha yaşamsal seyretmekteydi. Bir yandan milliyetçilik adı altında faşizan unsurlar beslenip semirtilirken diğer yandan da İslami değerler öne sürülerek dinci kesimlerin sırtı sıvazlanmaktaydı. Komünizmle Mücadele Derneklerinden tutun da Milliyetçi ülkücü kesimlere kadar önemli bir çevrenin örgütlenmesi ve kışkırtılması için para başta her özveri gösterilmekteydi. Sahada devletin de desteği ile bu dinci ve faşist çevreler iyi örgütlenirse başarı getireceği hesaplanmış bu yolda da işbirlikçi çevrelerce al takke ver külah işler yürütülmekteydi.
Türkiye İşçi Partisi kuşkusuz o dönemde halkta umut ışığı olmuş bir partiydi ama sorunlar yaşadığı da bir gerçekti. Yönetim kademesinde sosyalizm anlayışı bakımından çok da düşünce ve öğreti birliği sağlanmış olmadığından başta bu partinin etkisinin kırılması gereği üzerinden kapitalist ve emperyalist dünya ve işbirlikçileri harekete geçtiler, dünyada silahlı mücadelelerin gençlik üzerinde etkisi kuşkusuz büyük olduğu için en çok da TİP’in bölünüp parçalanmasına yönelik çabalar bu noktada yoğunlaştı. TİP’in dinamikleri daha aktif unsurları saflarında tutmak konusunda yeterli değildi, işin daha da olumsuz yanı Aybar ve çevresinin yarattığı küçük burjuva sosyalizmi anlayışı partiye duyulan güveni büyük ölçüde ortadan kaldırmış durumdaydı.
Konu uzun bu yüzden de bu yönde sözü uzatmanın gereği yok. Olan olmuş, koşulların da denk düşmesi nedeniyle TİP saflarında gençliği tutamamıştı. Durum bu olunca da yeni bir devrimci sıçrama yapmak gereği üzerinden yürünerek deyim yerindeyse gençlik kendi göbeğini kendisi kesmeye karar vermiş oldu. Ancak bu iş tamam da mücadele konusunda gençlik arasında da bir bütünlük söz konusu olmadığından kim ne yaparsa yapsın dereler ayrı ayrı akmak zorunda kaldı.
Mihri Belli pek ortalarda yok gibiydi ama o yine de gençliğin her kesiminin öncü unsurları ile şu ya da bu şekilde görüşebiliyordu. Mihri Belli ile görüşen her kesim görüşme sonrası bir örgüt olarak ortaya çıkmıştır dersek abartmış olmayız. Bu konuda bir tek Doktor Hikmet Kıvılcımlı farklıydı ama onun çevresinde yer alanlar da yepyeni bir örgütlenme yaratacak konumda değillerdi. Bununla birlikte ortada yine de önemli sayıda doktorcu çizgide yer almış devrimciden söz edebilirdik.
Ortaya çıkan gençlik örgütlerinin hemen önemli bir bölümü Demokratik Halk Devrimi’ni benimsemiş devrimi gerçekleştirmek için de kır ve kent üzerinden stratejik tespitlere girişilmişti. Madem devrim silahlı yapılacaktı bu yüzden de kırlardan bu işi yürütmek isteyenler ordulaşmak gerektiği sonucuna vararak THKO’yu kurdular. Bu kesimin önderliği hiç kuşkusuz Deniz Gezmiş ve arkadaşlarındaydı. Öbür yandan kentlerde bu mücadeleyi sürdürmek isteyenlerin kafasında da aynı şey vardı fakat Deniz Gezmiş ve arkadaşlarından farklı olarak Türkiye Halk Kurtuluş Partisi- Cephesi’ni oluşturmak yoluna gidilmişti. Duruma bakılırsa Mahir Çayan ve arkadaşları işin içine partiyi hem de daha geniş bir çevreyi sokmak amacıyla cephe sözünü eklemişlerdi. Daha geri bir anlayış olan Milli Demokratik Devrim anlayışını savunanlar üzerinde fazladan durmanın gereği bile yoktur çünkü bu kesimlerin sınıf analizleri oldukça hiç de ülke koşulları ile örtüşür konumda değildi.
İşi burada bırakmak istiyorum. Çünkü daha da uzatırsak Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan için yazı yazmaktan da uzaklaşmış oluruz. Dolayısı ile ben bugün bu 3 yiğit devrimcinin anısını yücelmek ve onların bizim isyancı yanımız olduğunu haykırmak için bu yazıyı kaleme almış bulunuyorum. Evet, Türkiye sermaye erki, belki birçok şeyi sineye çekebilir bunu yaparken de bazılarına ceza olarak kulak çekmeyi gerekli görürken bazılarına ise yapıp ettiklerini canlarıyla ödetir. Türkiye egemen çevreleri bu açıdan baktığımızda Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı idam sehpasına göndererek onların başkaldırılarını yaşamlarıyla ödetmiştir. Ödetmiştir çünkü işbirlikçi sermaye kesimleri de çok iyi biliyorlar ki silahlı mücadele tam anlamıyla bir seçenek olarak benimsenir ve geniş halk yığınlarını da içine çekerse sonları kesin olarak gelecektir. Bu nedenle de ortaya çıkan bu mücadele daha çocukken boğulmalıdır. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idama gönderilme öyküsünün nedeni bu denli açık ve seçiktir.
Öyle durumlar vardır ki devrimcileri her zaman ayakta tutar. Hangi devrimci moral değerlerini yitirir ve köklerinden koparılırsa o devrimciler de bu mücadelenin artık öznesi olmaktan çıkarlar. Evet, bugün Denizlerin idam sehpasına çıkarıldıkları gündür. Bu gerçeği hiçbir devrimcinin aklından çıkarmak gibi bir yanlışa düşme hakkı yoktur. Çünkü onlar bizim devrimci ağabeylerimizdi, yoldaşlarımızdı. İçinde sömürünün, zulmün olmadığı, insanın insan gibi yaşayacağı bir düzen olan sosyalizm için yaşamlarını ortaya koydular ve hiç çekinmeden de kendilerini feda ettiler. Bu gerçeği unutamayız. Bizlere düşmanlık edenlerin zalimliğini silip atıp hiçbir şey olmamış gibi yapamayız.
İşte bu nedenle biz Türkiye Sosyalist İşçi Partililer Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam sehpasına gönderilişlerinin 48. Yılında onların anıları önünde saygıyla eğiliyor o yiğit kardeşlerimizin isimlerini sonsuza kadar yaşatmak ve hesabını sormak için bir kez daha ant içiyoruz.