Yazan: Turgut Koçak 15 Ocak 2015
Büyük ozanımız Nazım Hikmet 15 Ocak 1902 yılında doğdu. Daha çocuk yaşta şiirler yazmaya başlayan ozanımız delikanlılığa adım atar atmaz kendisini büyük çalkantıların içinde buldu. İstanbul’u terk edip Ankara’ya geldi. Amacı hiç kuşku yok ki, kendisi gibi yurt sevgisi ile tutuşan aydınlar gibi Kurtuluş Savaşı’na katılmaktı. Ona öğretmenlik görevi düştü. Bolu’da öğretmenlik yaptığı sırada yeni yeni yüzlerle tanıştı. Burada gördü ki, bir başka dünyada vardı ve o iki dünyayı iki gruba ayrılan öğretmenler ve Bolu’da ki memurlar arasında da gördü. Karşılarındaki güç bugün olduğu gibi o günün koşullarında da iftiracı ve saldırgan bir kimliğe sahipti. Öğretmenlik görevini sürdürmek için doğuda bir yere gitmek oradan da Büyük Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği ülkeye geçmek istiyordu. O biliyordu ki, yeni bir dünyayı yani sosyalizmi iyice öğrenip içselleştirmeden yapılan her iş yarım kalacaktı.
Dediğini yaptı. Uzun ve zorlu bir yolculuk sonrası büyük bir yoksulluğa göğüs gererek Rusya’da öğrenmek istediklerini öğrendi ve daha sonra ise yurda döndü. Yurda dönmesi ile birlikte de izlemeler, soruşturmalar, baskı ve yıldırma girişimleri arttı Kendisine komplolar kuruldu. Bu komplolar sonrasında uzun cezalar aldı. Ülkenin çeşitli cezaevlerinde yattı. Onun hiçbir güç yıldıramadı. O dışarda neyse içerde de oydu, bu yüzden de teslim alınamadı. Ceza evinde kendisi ile birlikte aynı nedenlere dayalı olarak içeri atılan aydınlarımıza şiirin, romanın, resimim nasıl yazılacağını ve yapılacağını öğretti. Bugün yazın alanında isimlerini çok bildiğimi Orhan Kemal’inden Tahir Kemal’ine kadar pek çok sanatçımızın başarılarında büyük ozanımız Nazım Hikmet’in etki ve katkıları oldu.
İbrahim Balaban’ın resim ustası haline gelmesindeki katkı ve çabaları unutulamaz.
Dedik ya, halk düşmanları bugün neyse o günlerde de aynıydı. Böyle giderse Nazım Hikmet cezaevlerinden hiç çıkamayacak içerde ölüp gidecekti. Bu yüzden de ilk ceza evinden çıkışı ile birlikte ülkeyi terk etmekten başka yolu yoktu. Ve zaten hakkında kurulan kumpaslardan haberliydi.
Kaçış Öyküsü kısaca şöyle?
Nâzım Hikmet’in kaçış hikâyesini anlattığı ve bugüne kadar Rusya Devlet Sosyal Siyasal Tarih Arşivi’nde bulunan bir metin ilk kez gün ışığına çıktı.
“Toplumsal Tarih” dergisinin son sayısında, Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mete Tunçay imzasıyla yayımlanan yazıda, Rusya Devlet Sosyal Siyasal Tarih Arşivi’nden alınan ve ilk kez yayımlanan bir belgeye yer verildi.
Nâzım Hikmet’in, 1951’deki kaçış hikâyesini en ince ayrıntısına kadar anlattığı metindeki bazı bölümler şöyle:
“Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra avukatımın adresine Paris’ten, Dünya Barış Komitesi’nden bir telgraf geldi. Beni İngiltere’de yapılacak Dünya Barış Kongresi’ne davet ediyordu. Türk makamları bana pasaport vermeyeceği için gidemeyeceğimi biliyordum. Aradan bir süre geçmişti ki, gerici Türk gazetelerinde bana karşı bir kampanya başladı. O dönem polis takibini artırdı.”
Askerlik sorunu nedeniyle ev hapsine alınan Nâzım, sonrasını da şöyle anlatıyor:
Yoldaş parayı getirdi
“Bana pasaport verilmeyeceğinden emin olduğum için ve ev hapsinde bulunduğumdan, parti benim Türkiye’den kaçak çıkmamı kararlaştırdı. Kaçışımı örgütlemek için para gerekliydi. Londra’daki gizli adres sayesinde kendisine bildirilen Sabiha Zekeriya yoldaş vasıtasıyla bunu hallettim. Dünya Barış Komitesi ile temasa geçtim ve Dünya Barış Ödülü’nden bana düşen paranın yarısını bu yoldaşa vermelerini, diğer yarısını adıma bir İsviçre bankasına yatırmalarını rica ettim.
Partideki yoldaşlar daha büyük gizlilik için kaçışımı kendim örgütlememi kararlaştırdı. Kız kardeşimin bana çok bağlı olan, partiye sempati duyan ve polisin ve emniyetin hakkında bir şey bilmediği kocasıyla (Refik Erduran) kaçışımı örgütledik.
Saatte yaklaşık 25-30 mil sürat yapan bir sürat motoru almaya karar verdik. Bu sürat motoru çok pahalı ve bu tür tekneleri genellikle zengin çocukları ya da Amerikalılar kullandığı için, sahil koruma kuvvetleri onlardan daha az şüphelenmekteydi. 17 Haziran günü kaçmayı kararlaştırdım. Sık sık taksi değiştirerek Boğaz’a vardım. Eniştem motorla kimselerin olmadığı o yere geldi ve ben tekneye saklandıktan sonra motoru sürdü.
Boğaz’dan çıktığımızda Plehanov gemisiyle karşılaştık. Beni gemiye alırlarsa Romanya’ya gitmeye karar verdim. Almazlarsa Bulgaristan’a gidecektim. Bordadaki denizcilere yüksek sesle adımı söyledim. Denizcilerden adımı bilen bazıları kaptana kim olduğumu söylemiş. O Köstence’ye telgraf çekmiş ve muhtemelen oradan da Bükreş’e telgraf çekilmiş olacak ki, yaklaşık 1.5 saat sonra beni gemiye aldılar; eniştem geri döndü.
Ben Türkiye’den partimiz için önemli sorunları halletmek ve Dünya Barış Komitesi’nde aktif çalışmak için yurtdışına çıktım. Bu sorunları çözmek için Moskova’ya gitmek istiyorum. Eğer sorunları burada çözebilirsem, Bükreş’te kalırım. Kardeş partilerin ve Dünya Barış Komitesi’nin hizmetinde olacağım.” Yaşamının bundan sonrası yurt dışında geçti ama onun aklı hep geride bıraktığı ülkesinde kalmıştı. Bu yüzden de ülkesine duyduğu özlemi şiirlerinde dile getirdi.
YiNE MEMLEKETİM
Memleketim, memleketim, memleketim, Ne kasketim kaldı senin ora işi Ne yollarını taşımış ayakkabım, Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan, şile bezindendi. Sen şimdi yalnız saçımın akında, enfarktında yüreğimin, Alnımın çizgilerindesin memleketim, Memleketim, Memleketim… Nazım Hikmet Ran Sonra bir şiir daha;
TUNA
Havada bulut yok, Söğütler yağmurlu, Tunaya rastladım, Akıyor çamurlu çamurlu… Hey Hikmet’in oğlu, Hikmet’in oğlu! Sende Tuna olaydın Karaormanlardan geleydin Geçeydin Boğaziçi’nden, Başında İstanbul havası, Çarpaydın Kadıköy İskelesi’ne, Çarpaydın, çırpınaydın, Vapura binerken Memet’le anası
Sonra devrimler ve mutluluk üzerine şiirler yazdı. Yazdığı şiirler dünyanın dört bir yanında okundu. Sayısız dillere çevrildi ‘Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin’ şiiri şöyle:
işin kolayına kaçmadan ama gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil ne de ak örtüde elmaların ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin 1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin bir el gördüm Havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz kıyısına yakın bir duvarın üstünde bir el gördüm ferah bir türküydü duvar el okşuyordu duvarı el altı aylıktı okşuyordu boynunu anasının on yedi yaşındaydı el ve Maria’nın memelerini okşuyordu avucu nasır nasırdı ve Karayip denizi kokuyordu yirmi yaşındaydı el ve okşuyordu boynunu altı aylık oğlunun yirmi beş yaşındaydı el ve okşamayı unutmuştu çoktan otuz yaşındaydı el ve Havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz kıyısında bir duvarın üstünde gördüm onu okşuyordu duvarı sen el resimleri yaparsın Abidin bizim ırgatların demircilerin ellerini Kübalı balıkçı Nikolas’ın da elini yap karakalem kooperatiften aldığı pırıl pırıl evinin duvarında okşamaya kavuşan ve okşamayı bir daha yitirmeyecek Kübalı balıkçı Nikolas’ın elini kocaman bir el deniz kaplumbağası bir el ferah bir duvarı okşayabildiğine inanamayan bir el artık bütün sevinçlere inanan bir el güneşli denizli kutsal bir el Fide’‘in sözleri gibi bereketli topraklarda şekerkamışı hızıyla fışkırıp yeşerip ballanan umutların eli 1961’de Küba’da çok renkli çok serin ağaçlar gibi evler ve çok rahat evler gibi ağaçlar diken ellerden biri çelik dökmeğe hazırlanan ellerden biri mitralyözü türküleştiren türküleri mitralyözleştiren el yalansız hürriyetin eli Fidel’in sıktığı el ömrünün ilk kurşunkalemiyle ömrünün ilk kâadına hürriyet sözcüğünü yazan el hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları Kübalıların balkutusu bir karpuzu kesiyorlarmış gibi ve gözleri parlıyor erkeklerinin ve kızlarının eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet sözcüğüne ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum içiyor mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin hürriyet sözcüğünün resmini ama yalansızının
Sonra Kurtuluş Savaşını örgütleyen ve başarıya ulaştıran Mustafa Kemal için hiçbir kaygıya kapılmaksızın şu dizeleri yazdı.
O, saati sordu. Paşalar: “Üç” dediler, Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yurudu uçurumun başına kadar, egildi, durdu. Bıraksalar İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.
Bitirirken diyoruz ki, iyi ki,
Bu Dünyadan Nazım geçti.
İyi ki, ülkemiz böyle bir değere sahip.
Onunla övünüyor ve sanatçılığından ve komünistliğinden onur duyuyoruz.