BU NASIL KİN, BU NASIL DÜŞMANLIK?

Yazan: Turgut Koçak 14 Şubat 2014

Dün İşçi Partisi ve TGB’nin çağrısı ile meclise bir yürüyüş gerçekleştirildi. Akay yokuşunda durdurulan yürüyüş kolunun üstüne basınçlı su ve biber gazı sıkıldı. Bu sırada partimizin Genel merkezindeydim. Bu andan itibaren bekleyemezdim. Bende polisin gösterdiği şiddete karşı tepki olsun diye kalkıp oraya gittim. Gittiğimde polis meclis yönünü kapatmış ara sokakları tutmuştu. Polislerin arasından geçerek göstericilerin yanına gittim. Orada tanıdık pek çok arkadaşa rastladım. Bunların arasında otuz yıldır görmediğim meslekten arkadaşlarım bile vardı. Bir ara gülerek bana doğru gelen biri için kimdir kim değildir diye düşünürken tam 34 yıldır görmediğim Nadir Öztürk’le kucaklaştık. Onunla konuşurken birden üstümüze gaz ve basınçlı su sıkılmaya başladı. Gezi Parkı gösterilerinde de sayısız gaz ve basınçlı su sıkılmasına tanık olmuş biri olarak önce önemsemedim. Daha sonra gördüm ki orada kalmak demek gazın etkisi ile soluksuz kalıp ölmek demekti. Bu yüzden bende herkes gibi geri çekildim.

Ancak ilginç bir şey vardı. Yolumuzun üstünde bulgur gibi biber gazı kaynıyordu. Düşündüm, arkadan atılan gaz bombaları olsa kalabalıktan pek çok kişiye isabet etmemesi olanaksızdı. Öyleyse nasıl oluyordu da bu gaz kapsülleri kimseye isabet etmeden kalabalığın yürüyüş istikametinde öbek öbek ortalığı gaz dumanına boğabiliyordu? Düşündüm ki, bu gaz kapsülleri birileri tarafından sanki bırakılıyor, bırakanlar da tıpkı yürüyüşçüymüş gibi kalabalığın arasında uzaklaşıyorlardı. Bu durum benden başkasının dikkatini çektimi bilemem ama doğrusu birkaç kez gazdan yıkılıp kalma tehlikesi geçirdiğim sırada bunu düşünmeden edemedim.

Her neyse polis, kendilerine “kahramanlarım” diye seslenen Başbakan’ın emirlerini yerine getiriyordu getirmesine ya, bu tutum salt kalabalığı dağıtmak amacından öte bir şeydi. Eğer orada bulunanlardan birçok yurttaş yaşamlarını yitirmemişse gerçekten bu bir şans olarak değerlendirilmeli bir ikincisi de gösteriye katılanların daha dikkatli davranmalarıydı. Yoksa polisin kastı kesinlikle öldürme kastıydı. Nitekim elinde mikrofonu bırakmayan Hüsna Sarı’ya TOMA’dan sıkılan su sonrası muhabirin havada uçması var ya, bu bile şu anda iktidarda kim ya da kimlerin olduğunu bütün açıklığı ile gösteriyor. Biliyorum, dünkü yürüyüşte polisin uyguladığı şiddeti pek çok solcu, demokrat, devrimci ve hatta sosyalist görmezden gelmek isteyebilir. Ancak bu tutum bir akıl tutulması, hatta açıkça yukarıdaki sıfatları taşımamak anlamına gelir.

Ben oraya bırakalım TSİP’in genel Başkanı olarak gitmeyi, polis tarafından şiddet kullanıldığını televizyondan izler izlemez gitmek gereği duydum ve devamında da polisin orayı cehenneme çevirdiğini bütün çıplaklığı ile gördüm. Burada taraf mıyım elbette tarafım. İşkenceler görmüş, haksız yere hapisler yatmış biri olarak bu şiddet ve işkence kime yapılırsa yapılsın karşısına çıkarım ve de taraf olduğumu açıkça ilan ederim. Susmak burada ancak ve ancak susanların sorunudur. Onları da ayıplarım, doğru bir yolda olmadıklarını öyle ya da böyle bu tutumlarıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın arkasına dizildiklerini söylerim.

Dünkü yaşanan olaylara insan tanık olunca gerçekten de öfkesini zor zaptediyor. Bu yüzden de bugünkü yazımı kısa kesmeyi düşünüyorum. Yalnız bir konuya işaret etmeden de geçemeyeceğim. Dünkü yürüyüşe CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler ve Uşak milletvekili Dilek Akagün Yılmaz da katıldı. Peki, neredeydi Mustafa Balbay ya da ne bileyim Mehmet Haberal? Haberal neyse de Mustafa Balbay hani dışarı çıktığı gün bir yarısını içerde bırakmamış mıydı, ne oldu da sesi soluğu kesildi, ortalıkta görünmez oldu?

Recep Tayyip Erdoğan, polisin bu denli şiddet uygulamasının tek sorumlusudur.

Nedeni de çok açıktır.

Çok açıktır, çünkü AKP bundan böyle ancak ve ancak faşist diktatörlüğü devam ettirerek iktidarda kalabilir, ancak faşist diktatörlük de Recep Tayyip Erdoğan’ı uzun süre iktidarda tutmaya yetmez yetmeyecektir de bekleyelim göreceğiz…