Yazan: Turgut Koçak 1 Şubat 2020
Ortalık ağlayandan sızlayandan geçilmiyor.
İş, güçlerimizi birleştirmeye gelince bir araya gelmemek için kırk dereden su getiren bir zamanlar kuru sandalyeler üzerinde sabahladığımız, aynı örgütte birlikte mücadele edip bedel ödediğimiz sayısız arkadaşlarımız var.
Ne zaman bu arkadaşlarla yolumuz herhangi bir yerde kesişse geçmiş sanki bizim için olmazsa olmazımız olmuş pat diye gelip önümüze dağ gibi oturuveriyor. Aman Allah geçmişte neler yapmışız neler. Kimsenin göstermediği özveriyi bizler göstermişiz. Yerine göre de en yeri doldurulmaz dayanışma bizim aramızda yaşanmış. Örgütsel sağlamlıkta ve öğretisel üstünlükte de kimseler elimize su dökemezmiş. Daha pek çok bugünü kurtaramayacak geçmişe övgü düzme ve bundan büyük bir keyif alma hali yaşıyor, bütün bunları konuşurken başkalarını bilmiyorum ama yaşamımda yorulmadığım kadar yoruluyorum.
Tabi bir de 12 Eylül sonrası örgütsel çalışmaların içinde bulunanların birbirleri ile ilgili belki de 1000 kez yineledikleri yakınmaları dinlemek de yer alıyor. Evet, 12 Eylül sonrası kimimiz fazla kimimiz daha az bedeller ödedik ve bir sürü olumsuzlukları da öyle ya da böyle yaşadık. Bütün bunların olabileceğini kabullenmeyip salt olumsuzlukları öne çıkararak ona buna sataşma hastalığının bu denli insanları esir alıp çürütmesi de ayrı bir kaçkınlık olarak her fırsatta önümüze çıkıyor. Bu tür arkadaşları dinliyorsunuz, görüyorsunuz ki kendisi iyinin iyisi de hep başkaları kötü. Bu bize cahilliğin ve köylü kurnazlığının kendilerine tırnak içinde sosyalist diyenler arasında ne kadar yaygın olduğunu gösteriyor. Birçok arkadaşın yaşamını bu alana hapsettiğini mücadeleden kaçmak için bu konuya sığındıklarını görüyor ve çok üzülüyorsunuz.
Eh, bir yapı kendi içinde yaşananların doğru dürüst muhasebesini yapmaz, kimi sorumlular bir an önce ortadan tüyüp her şeyi unutturmaya kalkarsa olacaklar da bellidir yaşanacaklar da.
Bir önemli noktada şu; bizler herkesi aynı özellikte sanmış önlerine de sosyalist bir kişi hiçbir görevden kaçmaz, bilir, bulur, özveri gösterir bir şekilde de başarır sanmışız. Durumu bu şekilde düşününce ister istemez örgütün üyelerinden, yandaşlarından ve dostlarından da beklentileri oluyor. Doğal olarak doğru bir değerlendirme yapılmadığı için hiçbir işin layıkıyla yapılmadığı gündeme gelince de kurduğumuz sırça köşkler tuzla buz olup yıkılıyor. Umutsuzluk ve güvensizlik böylece tıpkı salgın hastalığa dönüşüp herkesi bir şekilde etkiliyor. Bu yüzden de aşırı iradileştirilmiş bir anlayışın yarattığı olumsuzluklar yüzünden kurgularımız patır patır döküldüğü için ya sistemin birer parçası haline geliniyor ya da akıl almaz bir o da kötü, bu da kötü aslında şu gökyüzü, şu mavi deniz hatta soluk almak bile cehennem demeye getiren bir kişilikle hastalanılmış olunuyor. Oysa çevremizde onca güzel örnekler var ki bu tür davranışlara sahip olanların onlara da katlanamadıklarını kara çalmaya yöneldiklerini görüp ağzımız bir karış açık kalıyor.
Bugün geniş halk yığınları içinde bir araştırma yapsanız gerçekleri anlamakta kesin zorlanmayacaksınız. Halk yaşam derdine düşmüş. Kendisinin, çocuklarının yarınını nasıl kuracağından emin olmadığından varıp bir şekilde iktidara yaslanma gereği duymuş. İşe mi girecek hatırlı siyasetçiler gerekiyor. Çocukları devlet kapısında olsun da nasıl olursa olsun bir işe mi aldırılacak durum yine değişmiyor iktidarın kapısı kesinlikle çalınmalı ve hatta gerekirse kişi kimliğinden ve kişiliğinden de ödün vererek istediğini koparmalı.
Biz solcular ve sosyalistler böylelerine bir kızıyoruz ki onların ne onursuzluğunu bırakıyoruz ne de beş para etmediklerini. Oysa aynı tipler ne yazık ki kendilerine solcu ya da sosyalist diyenler arasında da o kadar yaygın ki insan bunları dile getirirken tüyleri diken diken oluyor. Bizleri bir bekçilik kadrosu için satacak olan ne çok insan biliyorum ben şahsen.
Oysa ben neler gördüm neler. Bir grup işçi 1 Mayıs’a partimizle katılmak için söz vermişler, söz vermekle kalmayıp görevde almışlardı ama ertesi gün 1 Mayıs’a bizimle katılmadılar. 1 Mayıs kutlamalarından sonra akşam partiye geldiğimde şunu gördüm; o işçilerin hepsi partideydi ve çay yapmışlar hep birlikte patır kütür sohbet ediyorlardı. Ne yapacağımı ne diyeceğimi bilemedim. İçeri geçtim biraz sakinleştikten sonra dönüp yanlarına geldim ve dedim ki arkadaşlar 1 Mayıs’a gelmediniz ne oldu?
Yanıtları;
“Gelseydik patron yevmiyemizi kesecekti” dediler.
“Yevmiyeniz ne kadar” diye sordum. O günün parası ile “15 lira” dediler. Ses tonumu değiştirmeden işçilere dedim ki;
“15 lira için 1 Mayıs gösterilerine katılmayan sizler, bizi 25 liraya kesin olarak satarsınız, buyurun şimdi sizi dışarı alalım.
Biliyor musunuz bizi bekçiliğe satanları görmez isek, üç kuruş karşılığında safları terk edenleri doğru ve yerinde değerlendiremezsek, aynı suda dönüp dönüp bir daha yıkanmaya kalkarsak, bugün çok kızdığımız dinci, gerici, faşist çevreler karşısında kaçınılmaz olarak daha çok yenilgiye uğramaktan kurtulamayız.
O zaman; Bir orman düşünün ki bütün ağaçları hastalanmış. Kurtarmanızın da olanağı hemen hemen yok gibi. Yapılması gereken burasını dipten doruğa yakmak ve yeniden orada yeni bir anlayış ve çaba ile yanan alanı ağaçlandırmak en iyisidir. Çünkü yakıldığı zaman bütün haşereler, hastalıklar ne varsa hepsi yok olacak, doğa kendini yenileyecektir. Orman ise yeniden tehlikeden uzak bir şekilde yeşerip serpilip gelişecektir.
Sakının bugün günüme kötü başladığımı düşünmeyin iyi başladığım için böylesine bir kararlılığı yazıya döktüm.
Çünkü bizi bir bekçiliğe ya da bilmem kaç kuruşa satmaya hazır olanlarla hiçbir şey yapılamaz. Yapılsa yapılsa havanda su dövülür.
Bir de mış gibi yapılmış olur ki bütün bunları geçelim efendim geçelim…