AYDIN MISIN?

Yazan: Turgut Koçak 24 Mayıs 2015

Aydın dendi mi çok şeyi bilen, birikimli, haksızın karşısında haklının yanında, düşündüğünü söylemekten çekinmeyen kimseler gelirdi bizim aklımıza. Özellikle 1970’li yıllardan sonra yaşadıklarımız ve yargılarımız sağolsunlar aydın olarak bildiklerimiz yüzünden büyük ölçüde değişti. Aslına bakarsanız değişen bir şey yoktu da bizler aydın denilen kimselerin öyle olmaları gerektiğini düşündüğümüz için yanılmıştık. Olmadıkları, olamadıkları için de sırası geldi sinir katsayımız taa yukarılara kadar sıçradı. Ama bu arada da küçük burjuva karakterinin ne menem şey olduğunu böylelikle öğrenmiş olduk.

Önce; kısaca 1970’li yıllardan söz etmek istiyorum. Bilindiği gibi o dönemde toplum neredeyse tam ortasından ikiye bölünmüş, yoğun bir politik mücadele söz konusuydu. Aydın olarak bildiğimiz yazarların, çizerlerin, tiyatro ve sinema sanatçılarının büyük bir bölümü hiçbir tarafta yer almazlar kendilerini Çizgisi Belli Olmayan Sosyalist (ÇBS) olarak isimlendirmekten adeta mutluluk duyarlardı. Sonra 12 Eylül 1980 faşizmi geldi. Çizgisi belli olan olmayan kim varsa faşizm ayırt etmeksizin üstlerinden buldozer gibi geçti. Dolayısı ile bu kesimlerden önemli sayılacak bir bölümü bunalım kuyusuna düşerken bir bölümü de liberalleşip özellikle de Marksist/Leninist sola karşı yoğun bir salvo atışlarına giriştiler. Diyebiliriz ki, dünyanın içinde bulunduğu konum gereği büyük ölçüde başarılı da oldular. Bu çevreler Yeni Dünya Düzeni rüzgârına da kapılarak Fukiyama’nın “Dünyanın sonu geldi” görüşünü bütün güçleriyle savunmaya girişip ortalığı darmadağın ettiler.

Onlara göre işçi sınıfının tarihsel misyonu bitmiş dolayısıyla devrimler çağı çoktan kapanmıştı. Kapitalist/emperyalist sistemi de eskisi gibi yorumlamak gerekmezdi. Gerekmezdi çünkü onlara göre insanlığın tek seçeneği kapitalizmdi ve dünyanın en ücra köşesine kadar da kapitalizm insanlığa refahı götürecekti.

Gerçi bu rüya çok sürmedi sürmesine ya, sol ve sosyalist saflarda da büyük gedikler açmaya yetti. Bizim ülkemizdeki yansımaları da beter oldu dersek abartmış olmayız. Sosyalizmi savunanların karşısında sermayenin çöplüğünde öten kargalar o kadar çoğaldı ki, bizler bunların yoğun propagandası ile birer dinazor olarak görülmeye başlandık. Yine sermaye güçlerinin biraz daha üstü soslanmış olan saldırılarından olan etkili bir saldırı da RADİKAL DEMOKRASİ adı altında Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’den geldi. Laclau ve Mouffe, “post-Marksizm” tartışmalarını ateşleyen isimler. Marksizmin ekonomik determinizm kestirmeciliğine ve sınıf mücadelesinin, toplumsal karşıtlık alanlarının merkezine oturtulmasına karşı çıkan ikili, tüm karşıtlıkların özgürce ifade edilebildiği, zıt güçlerin birlikteliğini mümkün kılan bir çoğulculuğu ön plana çıkarıyorlar.

Bu anlayışı biraz açarsak; bu görüşlere göre işçi sınıfının devrimciliği bir yana bırakılıyor, yerine etnik, inanç, ekoloji, feminizm, ve öteki marjinal grupları öne çıkararak mücadele edilmesi gerekliliğine vurgu yapılıyor. Bilindiği gibi bu görüşü sanki kendi görüşüymüş gibi ortaya atan ve sunan kişi ise Abdullah Öcalan oldu. Bu görüş öncelikli olarak Kürtler üzerinde devamında ise kimi azınlık grup, inanç farklılıkları ve marjinaler arasında kabul gördü. HDP bile kurulurken kuruluş bildirgesini ve programını bu anlayış üzerine oturttu. Emek eksenli mücadele içinse istiyorlarsa onlarda bu mücadelenin içinde yer alabilirler gibi lütufkâr bir davette bulunularak ne denli sözümona birer demokrasi aşığı olduklarının propagandasına giriştiler. Kürt sorunu başat olarak ele alınmasına karşın sanki böyle bir yöntemle her derde deva olunacağı izlenimi yaratıldı.

Kuşkusuz bu konu ayrı bir çalışmayı gerektirdiği için bu kısa yazımızda biz daha çok şu kendilerine aydın vb diyenler üzerinde duracağız. Uzun zamandan beri bu görüşler yoğun bir şekilde işlenmektedir. İş öyle noktaya getirilmiştir ki, sanki HDP çevresinin görüşlerini kim sahiplenmez ve savunmazsa ya faşist, ya ulusalcı ya da Kemalist olarak suçlanılmaya başlandı. Kendilerini aydın sananlar aydın tanımlaması dışında kalacakları korkusuyla hemen özünde karşıdevrimci olan bu anlayışı sahipleniverdiler. 7 Haziran seçimleriyle birlikte bu kötü organize edilmiş hezeyan öyle bir noktaya taşındı ki, sanki HDP’ye kim oy vermezse aydın falan değildir. At izi it izine de karıştırıldığı için faşist suçlaması ile ulusalcı ve de Kemalizm aynı şeylermiş gibi bilimsellikten yoksun saldırılar şiddetlendirilerek öne çıkarıldı.

Gördük ki bu çevreler tıpkı İslamcı çevreler gibi nasıl din onların tekelindeyse devrimci olmak da bunların tekelindeymiş gibi davranıp küçük burjuva döneklerini saflarına alarak piyasa yapmaya başladılar. Bu çevrelerin iki sözlerinden biri Ermeni soykırımı ya da Rum Pontuslara yapılan kırımlar şeklinde ifade edilirken 1912 Balkan Savaşı’ndan bu yana 7-10 milyon arasında değişen Türk kayıpları onların nezdinde hesaba bile girmedi. Halklar politikası bir yanıyla en milliyetçi çizgide savunulurken diğer yandan karşıt olarak görülen kesimlerse faşist betimlemesi ile onlara ne yapılırsa haktır anlamına gelen savlar öne çıkarılıp korkunç bir kavram kargaşalığı bilinçli bir şekilde yaratılarak emek eksenli politikaların önüne bent yığıldı.

Şimdi görüyoruz da en aklı başında politik yorumlar yapan bazı kimseler bile kendilerini bu tuzaktan kurtaramıyorlar. Sanki karakoyun örneğinde olduğu gibi sürüden seçilirim hesabı ile HDP’nin politikasına rampalamayı kendileri açısından daha uygun bularak bir de üstüne üstlük akıl vermeye soyundular. Bu düşünceyi savunanların geneline baktığımız zaman hepsi kesinlikle solcudur. Ancak bunların hiçbiri kesinlikle sosyalist değiller. Çünkü sosyalizmi savunan bir kimse asla radikal demokrasiyi savunmaz savunamaz. Çünkü radikal demokrasi Marksist görüşlerin sağında, solunda değil, tam da karşısında görüşler olup çok daha önce bu düşünceler gerçek komünistler tarafından ezilip geçilmiş görüşlerdir o kadar.

İşte bu yüzden kendilerini aydın ya da ne bileyim sosyalist sananlara diyoruz ki, sizin gibi düşünmüyoruz. HDP’ye oy vermenin, sosyalist görüşlerin aksine inkârı olduğunu düşünüyoruz. Lenin’in Küçük burjuva aydınına güvenilmemesi gerektiğini bu vesile ile bir kez daha yinelemeyi yerinde görüyoruz.

TSİP’in CHP’yi desteklemesine gelince; bizler, bir şeyleri asla birbirine karıştırıyor değiliz. Türkiye tepeden tırnağa faşizm tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu yüzden de CHP’nin desteklenmesinin bilimsel maddi nedenleri hem de her zamankinden daha fazla vardır.

TSİP olarak BAĞIMSIZLIK-DEMOKRASİ-SOSYALİZM mücadelesinden bir an bile geri durulması gerektiğini ne daha önce ne de şimde asla savunuyor değiliz.

İşçi sınıfına atfettiğimiz görev ise yine sosyalizmin kuramsal ve eylemsel olarak öncülüğüdür her zaman için de bu görüşlerimiz böyle kalacaktır.