Yazan: Turgut Koçak 3 Eylül 2013
Bu yıl Yeni Adli Yılın açılış törenleri pek çok yerde protestolara neden oldu. Bunların hepsine değinmek için zamanımız yok. Ancak Ankara’da yapılan açılşta Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Fevzioğlu’nun konuşması hem yargının çeşitli katlarını oluşturanlar hem de devlet katında üst mevkilerde bulunanlar için hem öğretici hem de ders niteliğindeydi. Fevzioğlu’nun konuşmasının bir bölümünü aşağıda veriyoruz:
‘İNSANLARIN KATLEDİLMESİNİN MAZERETİ OLAMAZ’
“İster ülkemizde ister dünyanın başka bir yerinde olsun; barışçıl gösteri hakkını kullananlara şiddet uygulanması, göstericilerin gerçek mermilerle, hedef gözetilerek sıkılan gaz bombalarıyla, plastik mermilerle veya kimyasal madde karıştırılmış tazyikli sularla öldürülmesi ya da yaralanması ağır bir suçtur. Bu suçları işleyenlerin teşvik edilmeleri veya ödüllendirilmeleri değil, cezalandırılmaları gerekir. Hiçbir siyasi veya ekonomik menfaat en üstün değer olan insan yaşamından daha değerli değildir. Sudan’da, Lazkiye’de, Rojava’da, Mısır’ın Adeviyesi’nde veya Tahrir’inde, Lice’de, Uludere’de, Reyhanlı’da, Akçakale’de, Ceylanpınar’da, Eskişehir’in, Ankara’nın, İstanbul’un ve Hatay’ın sokaklarında, insanların katledilmesinin hiçbir mazereti olamaz.”
“Demokratik bir devlette, devletin, düşüncenin ve ifadenin önünü açması, şiddet çağrısı yapmayan düşüncelerin istenilen yerlere ulaştırılabilmesi için toplumsal iletişim kanallarını açık tutması, barışçıl toplantı ve gösterileri engellememesi esastır. İfade özgürlüğü ve onun hayata geçirilme yöntemlerinden olan barışçıl toplantı ve gösteriler, özgür ve demokratik bir toplumun varlığının en önemli kanıtıdır.”
‘SANDIKTAN SANDIĞA OY VERMEK…’
“Demokrasilerde ‘seçim sandığı’ kuşkusuz vazgeçilmezdir. Ancak demokrasi, sandıktan sandığa oy vermekle sınırlı bir rejim değil, bir yaşam biçimidir. Demokratik hukuk devletinde, siyasi iktidar, parlamentodaki çoğunluğu ne olursa olsun hukuk kurallarıyla bağlı olduğunu bilir. Hukuk kurallarını uygulayanlar da daima özgürlükçü pencereden bakarlar. Çünkü demokratik hukuk devletinde özgürlükler esas, özgürlüklerin kısıtlanması ise istisnadır.”
“Bu çerçevede, hiç kimse düşüncelerini açıkladığı için idari veya adli soruşturmalara tabi tutulamaz. Anayasa’ya, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve AİHM kararlarına göre; devletin güvenlik güçleri barışçıl gösterilere hiçbir şekilde güç kullanarak müdahale edemez. Barışçıl gösterilerde ‘Dağılın’ uyarısı yapılması, dağılmayan göstericilere güç kullanılmasının mazereti olamaz. Güç kullanılmasının haklı olduğu yerlerde ise gerekenden fazla gücün kullanılması, üzerinde güç kullanılan şahıs etkisiz hale getirildikten sonra da güç kullanarak keyfi ve fiili cezalandırma yoluna gidilmesi hiç kuşkusuz sorumluluk gerektirir. Sokak aralarında, hatta gündüz gözüyle şehir meydanlarında eli sopalı veya palalı kişilerin polis memurlarının desteğiyle, teşvikiyle veya koruması altında yaptığı katliamların ve şiddet eylemlerinin ne kadar ağır bir suç teşkil ettiğini açıklamayı gerekli dahi görmüyorum.”
‘SİLAH TAŞIYAN SIRADAN BİR SUÇLUDAN FARKLARI YOK’
“Devletin emniyet güçlerini, kanunu ihlal eden silahlı güçlerden ayırt eden husus, emniyet güçlerinin güç kullanma yetkisinin son derece sıkı kurallarla düzenlenmiş olmasıdır. Bu kuralları yok sayarak uygulama yapan bir emniyet mensubunun, silah taşıyan sıradan bir suçludan farkı yoktur; sadece devletin silahını ve yetkilerini kötüye kullandığı için çok daha ağır bir sorumluluğu vardır. Yetkilerini kötüye kullanan emniyet mensupları korunduğu takdirde, gözbebeğimiz olması gereken emniyet teşkilatının saygınlığına zarar verilir; kolluk görevlileri ile halk arasında nefret duvarları yükselir, görevini yasalara uygun ve fedakârca yerine getiren binlerce kolluk görevlisi toplumda hiç hak etmedikleri suçlamalara maruz kalır.”
Bu konuşmayı gerek yargının çeşitli kademelerinde bulunanlar, gerekse devletin üst kademelerinde yer alanlar öyle sanıyoruz ki, sadece dinlemişler, kendileri için yararlı olacağını düşündüğümüz hiçbir ders de çıkarmamışlardır. Eğer çıkarmış olsalardı Adalet Bakanlığı koltuğunda oturan zatı muhterem kalkıp her şeyi birbirine karıştıran bir açıklama yapmak gereği duymazdı. Madem duymuştur, bu açıklama AKP iktidarının nasıl bir iktidar olduğunu da bütün çıplaklığı ile göstermiştir.
Gerçekten de Başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP iktidarının önde gelen isimleri sadece ve sadece otoriter rejimlerde geçerli anlayış ve davranışlara inanmaktadırlar. İktidarın hiçbir tasarrufu istiyorlar ki, hiçbir kimse ya da kuruluşlarca eleştirilemesin. Vurgun mu vuracaklar vurabilsinler, kendi düşüncelerinden olmayanları öldürecekler mi, içeri mi atacaklar ya da ne bileyim her türlü sindirme yöntemleriyle mi devre dışı bırakacaklar bırakabilsinler. En önemlisi de bir cinayet olan savaşa mı karar verebilecekler verebilsinler ki, kendi insanlık düşmanı düşünceleri varlık ve yaygınlık kazanabilsin. Yoksa demokrasi olan bir ülkede Recep Tayyip Erdoğan Allahın her günü savaş çığırtkanlığı yapıp emperyalistler adına Suriye’nin üzerine yürünmesini savunabilir miydi? Ya da ne bileyim, Genelkurmay Başkanlığı sitesinde Suriye’ye yönelik tezkereye gerek olmadığı, hükümetin direktifleriyle her türlü hazırlığın yapıldığı yazılabilir insanlarımızın gözüne kül üfürülmeye kalkışılabilir miydi?
Unutmayalım ki, bu denli keyfiliği gücü ellerinde bulundurduklarına inanarak uygulamaya koyanlar bilsinler ki, yaptıklarının hesabını vermekten asla kurtulamayacakları gibi; “bir insan öldüren bütün insanlığı öldürmüştür” deyip de; Gezi Parkı gösterilerinde gençlerimizi öldüren polise “emri ben verdim” deme çelişkisine düşerek ne yaman bir otorite hastalığının pençesinde kıvrandığını da bilmiyor olamaz.
Sanıyoruz bunu bilenlerin eylemlerinin bir karşılığının olduğunu da bilmemeleri düşünülemez.