27 MAYIS KARŞITLIĞI VE BOŞ TARTIŞMA

Yazan: Turgut Koçak 30 Mayıs 2020

Neyi konuşacak ve tartışacaksak doğru sonuçlara varmak istiyorsak eğer nesnelliğimizi asla ikinci plana atmadan yapmalıyız. Ancak bu yine de demek değildir ki öznelliğimiz bizi hep yanıltır. Her iki olguyu da nasıl anladığımız ve birikimlerimizle konuya nasıl yaklaştığımızın düzeyi elbette bizi sağlıklı çıkış noktalarına ulaştırır.

Türkiye’de uzun yıllar boyu sola ve sosyalizme karşı güdülen düşmanlıklar saymakla bitirilemeyecek kadar çoktur. Burjuva siyasetçilerini yakından izlediğiniz zaman bile onların ne kadar beceriksiz ve halk düşmanı olduklarını gizlemeleri için komünizm düşmanlığı yapmaları ve halkı bu yönde koşullandırarak işlerini yürütmeleri yönünde Cumhuriyet tarihimiz ciltler dolusu bilgi ve belgelerle doludur. Üstelik de bütün bu saldırılar karşısında savunmasız bırakılan kesimlerin başında da solcu ve sosyalistler gelmektedir. Bu yüzden de 27 Mayıs ihtilali ve sonrasında yaşamımıza giren 1961 Anayasası ile birlikte her alan kendilerine yasak kılınan emek eksenli düşüncelerin dile getirilmesi ve örgütlenme olanağını bir ölçüde de olsa ele geçirmiş olmaları aklı başında kimse tarafından tukaka edilemez edilmemelidir de.

Ne yazık ki 12 Mart, 12 Eylül faşist darbelerini yaşamış olan ülkemizin devrimcileri ve ilericileri arasında da bu faşist darbelerden yola çıkılarak hemen yaşanan tüm benzeri girişimler aynı çuvala konulup aynı yaklaşım ve hınçla davranılarak gerçeklerin doğru algılanmasının da önü kesilmiştir.

Bu yüzdendir ki daha önceki günlerde konu ile ilgili görüşlerimizi yer yer kısa kısa sizlerle paylaştık, ancak bir daha paylaşmamızın da yararlı olacağı bir gerçektir. Niye derseniz o kısa paylaşımlara daha çok yanıt kimlerden geldi biliyor musunuz faşist ve AKP’li çevrelerden. Hem de bana sosyalizmle ilgili hiçbir şey bilmediğim yolunda saldırılardı ki onlar sosyalizmi biliyorlardı ama ben bilmiyordum iyi mi?

Evet, Cumhuriyet tarihi boyunca emek ekseninde çıkış ve çabalar olmamış değildir olmuştur ama hiçbirisinin kökleri işçi ve emekçiler arasında yaygınlaşmadığı için hem sınırlı sayıda insanlar arasında kalmış hem de emekçi kesimler arasında serpilip gelişmesi mümkün olmamıştır. Ne zaman 27 Mayıs ihtilali olmuş, 1961 Anayasası ile kişi hak ve özgürlükleri ve örgütlenme özgürlüğünün önü kısmi de olsa açılmış, düşünce planında da örgütlenme konusunda da sıçramalı gelişmelere tanık olunmuştur. İşçilerin ekonomik demokratik hakları için sarı sendikacılığa karşı büyüyen bir akımdan tutun da Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması ve meclise 15 milletvekili sokması noktasına kadar olanların çoğu bu yeni değişimle olabilmiştir.

Evet, 27 Mayıs olmasaydı da belki dünyada ve ülkemizde gelişen ve değişen olgulara paralel olarak gelişmeler olacaktı ama bizim üzerinde durduğumuz konu 27 Mayıs olduğu için 27 Mayıs ihtilalini ve sonrasında ortaya çıkan toplumsal değişim ve dinamiklerini de elbette 27 Mayıs hiç olmamış gibi yok sayarak tartışamayız. Hem bazılarının bize eğer 27 Mayıs’ı gerçek yönleriyle dile getirirsek saldırmalarından çekinerek her türlü darbeye karşıyız gibisinden bilimsel değeri olmayan laf tekerlemelerini de bir gerçeğin anlaşılması için kıstas alıp korkaklığımız yüzünden işin içinde sıyrılmak gibi kurnazlığa da düşemeyiz. Çünkü bilimsel düşünüyorsak hem korkak olmayacağız hem de toplumsal veriler üzerinden değerlendirim yapmanın gerekliliğinden sapınç göstermeyeceğiz.

Bazıları yaptıkları değerlendirimde yanıldıklarını düşünebilir, mümkündür insan çeşitli nedenlere bağlı olarak yanılabilir doğrudur ama yol ayrımlarında da herkesin kendi yoluna gideceği kesinlikle unutulmamalıdır. Yani demek istiyorum ki daha demokratik, insanın insan tarafından sömürülmediği ve baskılanmadığı bir düzene ulaşılması için sınıflar mücadelesini atlayıp gereksiz kuvvetler bulup çıkarmanın ve her daim bu kuvvetlerle yol alınabileceğinin de sözcülüğünü yapmaya kalkışmadan her şey tadında bırakılmalıdır. Örneğin bazılarının saplandığı “zinde kuvvetler” yanılgısının başta sosyalistler olmak üzere sol ve ilerici çevrelerin başına ne gibi belalar açtıklarını 12 Mart ve 12 Eylül ve sonrasında yaşanan çeşitli hallere bürünmüşlükleriyle de gerçekleri görmek gerekir. Ama topyekunculuk da her zaman iyi bir sınıf analizi değildir.

Biz sosyalistlerin çoğu bile sanıyorlar ki dünyada sol ve sosyalistler bir tek bizim ülkemizde güçlü değiller. Bu yüzden de bir türlü sosyal bir olgu olarak ortaya çıkamıyorlar. Bu tür yaklaşımlara bakıp da bu yaklaşımları ortaya koyanlar ister dünyanın başka bir ülkesinden olsun isterse bizim ülkemizde sol ve sosyalistler sanki sayısız ülkede almış başını gitmiş de bir tek biz garip kalmışız gibi numara içindeler. Bu yüzden de olmadık analizleri güçlenmemizin anahtarı gibi bize sunanlar bulunuyor. Bunlarla zaman yitiremeyiz. Ama AKP’nin ve içinde Türkeş de olduğu halde 27 Mayıs’a niçin MHP’nin ve öteki dinci, gerici faşist çevrelerin bu denli niye düşmanlarmış bunu da sorgularız.

Bu güçler sıkıştıkları yerde hemen Mendereslerin idamını gündeme getirmiyorlar mı? Hem de bu görüşü ileri sürerken onlar için öyle olmadığı halde demokrasi şehidi demiyorlar mı?

Peki, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının darağacına gönderilmesi ne oluyor o zaman? Onların yiğitçe sermaye demokratlığını deşifre etmeleri ve sermayenin iktidarlarının emperyalizmin uşakları olduklarını yüzlerine haykırmış olmalarını niye bu kadar demokrasi sevdalısı iseler dillerine bile almaktan ölümlerinden korkar gibi korkarlar?

Sonuç; 27 Mayıs konusunda geçmişe dönersek Doğan Avcıoğlu’nun da, Mihri Belli’nin de, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın da TİP Genel Başkanı Behice Boran’ında değerlendirmeleri vardır. İsteyen bu değerlendirmeleri kolaylıkla bulabilir. Sağ ve faşizan güçleri işin dışında tutarak diyorum ki gidin bizim tarafta olanlar ne demiş bir de ona bakın. Tabi adını saydığım isimlere biz dahil hepsine bire bir katılacak değiliz ama onlar bugünkü safsatacılardan daha bize yakındı bunun da bilinmesini isterim.