Yazan: Turgut Koçak 12 Mart 2020
Gelmişi geçmişi tek tek düşünerek ülkemizin demokratları, ilericileri, devrimcileri ve sosyalistlerine neler yaşatılmış ve de neler yaşatılıyor bilmemiz ve hiç unutmamamız gerekiyor.
Öyle ya 12 Mart öncesi ve Cumhuriyet sonrası bu ülkenin sosyalistleri ne sınavlardan geçtiler ne sınavlardan ama yılmadılar.
Tabutluklara konma, işkence, cezaevleri onlara vız geldi tırıs gitti. Yazıp çizdikleri ne varsa solun ve sosyalistlerin yaşamlarını ortaya koyarak savundukları bütün değerlere saldırılıp küfredildi. Deyim yerindeyse sola ve sosyalistlere göz açtırılmayarak her fırsatta sermayenin yaşadığı bütün bunalımlar sosyalistlere saldırmak ve onları yok etmek için bir bahane olarak kullanıldı.
Ancak yaşamın akışını kimse kesemezdi, onca yasaklamalara ve baskılara karşın kesemedi de. Ülke gelip 1960’lı yıllara dayandığında toplumun başta aydınları olmak üzere işçileri, köylüleri, gençleri arasında sol ve sosyalist düşünceler yayılmaya başlayınca bu toplanmanın adresi hiç kuşku yok ki, 1965 seçimlerinde meclise 15 milletvekili ile giren Türkiye İşçi Partisi oldu. Türkiye’nin her yerinde hızla örgütlenen TİP, doğal olarak dünyada ve ülkemizde sosyalizmle ilgili tartışmalardan etkilenip parti saflarından yollarını ayıranlar oldu.
Solun ve sosyalistlerin bölünmesi ve çeşitli düşünceler çevresinde toplanmasıyla da elbette üzerinde ciddiyetle durulacak bir güç kaybı yaşandı. Bununla birlikte yine de ülkemizde ve dünyada sıçrama gösteren devrimci hareketlerin önü kesilemedi. Toplumun her kesiminden hak ve özgürlükler konusunda arayışlar hızla artınca kapitalizm de ister istemez gelişmenin önüne kendi duvarını ördü ve gündeme gelen 12 Mart faşist darbesi ile birlikte devrimcilere yönelik baskı ve zulümler başlatıldı. Tutuklamalar, işkenceler, katliamlar birbirini izledi. Örgütler bir bir kapatılıp yöneticileri cezaevlerine atıldı. Deniz ve arkadaşları idam cezası ile cezalandırılıp idama yollandı.
Bütün bunlara karşın yine de devrimci gelişmelerin önü kesilemedi. Dolayısı ile 12 Mart 1971 faşist darbe girişiminin bütün uygulamaları daha 1970’li yılların ortalarına bile gelinmeden boşa çıkarıldı. Yeniden ve daha güçlü olarak 1970’li yılların ortalarından başlayarak 1980’li yıllara kadar devrimciler ve sosyalistler kitlesel bir güç kazandılar. Fabrikalarda grevler, öğrenci hareketleri öyle bir boyut kazandı ki devrimcileri durdurmak için uluslararası örgütlenen kapitalist sistemin gladyoları MHP ve bazı dinci yapılardan da destek bularak kan dökmeye başladılar.
Bir yandan kapitalizmin içine düştüğü bunalımdan kurtulamayışı, diğer yandan faşist çevrelerin toplumu terörize eden kanlı girişimleri sonuç vermekte gecikmedi ve Amerikalıların “Bizim Oğlanlar” dediği ordu hiyerarşisi 12 Eylül 1980 faşist darbesini gerçekleştirerek 12 Martları yüze çarpan baskı ve zulümle devrimcilerin üzerine çullanıldı ve işkenceler, zulümler, kanlı katliamlar birbirini izledi ve toplumun tüm dinamik kesimleri son kişisine kadar susturulmaya çalışıldı.
Doğal olarak bu baskı ortamında kendilerinin kılına bile dokunulmayan dinci ve gerici kesimler sonuçtan kazançlı çıktılar ve 1980 sonrası siyasi ortam dinci ve gericilerin atağa geçtiği bir ortam oldu. Bütün bu gerçeklere karşın yine de toplumun devrimci kesimlerini hepten yok etmenin olanağı olmadığı için 12 Eylül sonrası siyasi gelişmelerde de çeşitli arayışlar hep sürdürüldü ve bir şekilde var olma savaşı verildi.
Ancak 1980’li yılların sonuna doğru Sovyetler Birliği’nde güçlenen karşıdevrim girişimleri kapitalizm lehine sonuç verince bütün dünyada geçici bir süreliğine de olsa kapitalizm lehine bir rüzgârın esmesine neden oldu ve Fukuyamalar ve Hantingtonlar dünyanın sonunun gelmeye başladığını ve sonsuza kadar da kapitalizmin egemen olacağından söz etmeye başladılar ki bu bizim ülkemizde de kimi sol ve sosyalist çevreleri etkisi altına almakta gecikmedi. Özellikle yurtdışında bulunan birçok kimse giderken komünistlerdi ama dönerken birer liberal olarak dönüp kimi sol ve sosyalist partileri örgütsel ve öğretisel olarak darmadağın etmeye çalıştılar ki etkili olmadıkları da söylenemez.
Sonuçta her defasında küllerinden yeniden doğmayı başaran sol ve sosyalist yapılar yeniden çeşitli isimler altında örgütlenseler de bir türlü kitleselleşip toplumsal bir olgu haline gelemedi ve üstlerine düşen görevleri de yerine getiremedi. Bu yüzden de ortaya çıkan siyasal boşluktan 12 Eylül sonrası iktidar olan ve sistem partisi olarak kurulan partilerin gerici, baskıcı ve sömürücü yönetimleri yaşandı fakat bu da emperyalist kapitalist dünyanın başı ABD için yetmediğinden Erbakan’ın dizi dibinden kaldırılıp parti kurdurtulan AKP aracılığı ile ülkemizde ve İslam dünyasında Ilımlı İslam formülü devreye sokuldu ve AKP iç ve dış güçlerin desteği ile böylece iktidar koltuğuna oturdu.
AKP’nin kurulduğu andan itibaren yapıp ettiklerinin özetini yaparak zamanınızı alacak değilim fakat bu iktidarın ülkemizde ve bölgede ne büyük yıkımlara neden olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
Evet, bugün 12 Mart 2020. 12 Mart faşist darbesinin üstünden tamı tamına 49 yıl geçmiş, sonrasında ise toplum olarak çok büyük düş kırıklıkları yaşamış ve bedeller ödemişiz ancak yeterince ders çıkardığımız söylenebilir mi sorusuna ise vereceğimiz yanıt elbette iğneyi kendimize batırmamız gerektiğidir.
Böyle yapmalıyız çünkü dinci gericiliğe ve faşizme karşı demokrasi güçleri olarak bir araya gelemiyor ve faşizmi durduramıyorsak bize iğne değil de çuvaldız iğnesi gerektiği sözünü de söylemeden edemiyoruz.