Yazan: Turgut Koçak 2 Mayıs 2014
Türkiye’de iliriciler, devrimciler, sosyalistler dünden bugüne hep ağır bedeller ödemişlerdir. Bütün bu zorluklara karşın yine de ayakta kalmayı başarmışlar ve her defasında haramzadelerin, ülke satıcılarının, hırsızların, rüşvetçilerin, yolsuzluk yapanların, özgürlük düşmanlarının, işçilere, gençlere, bütün emekçilere ve kadınlara düşmanlık besleyenlerin ve emperyalizme gönüllü kölelik yapanların korkulu düşleri olmuşlardır. Halk düşmanlarının yok etme girişimi boşa çıkarılmış, sürgün bir şekilde yeniden yeşerip dal salarak kendisini var etmiştir. Bu yüzden de bütün halk düşmanları her fırsatta zalimliklerini biraz daha arttırarak kitlelerin üzerine gelmiştir.
1 Mayıs dolayısı ile İstanbul’un 40 bine yakın polis, 50 TOMA ve sayısız saldırı aracıyla zaptı rapt altına alınması bu gerçeği bir kez daha gözlerimizin önüne sermiştir. 15 milyonluk kentte sokakları dolduran polisler bu korkunçluğun simgesi olarak görülseler bile emir kulundan öteye bir şey değillerdir. Hiç kuşkusuz polislerin içinde kendilerine verilen emir kulluğunun ötesine de geçenler yok değildir ama bunların asıl fişekleyicileri devletin en üst katlarına oturup emir yağdıranlardır. Recep Tayyip Erdoğan’dır, bakanlarıdır, siyaseten atanmış ve AKP’nin bir il başkanı gibi görev yapan valileri ve makam sahibi kimselerdir.
Eğer İstanbul bu hale getirildiyse bunun suçluları da sorumluları da halka meydan okumayı yöneticilik sanan, kendi çıkarlarının pisliğinde boğulmuş bir avuç haramzadedir. Bizler kuşku yok ki, bir avuç haramzadeye ve işbirlikçilere boyun eğecek değiliz. Ne diyor 1 Mayıs Marşımız:
Gün gelir gün gelir zorbalar kalmaz gider Devrimin şanlı yolunda bir kağıt gibi erir gider
Evet, İstanbul’u, Ankara’yı gaza, basınçlı suya boğan zorbalar yani Recep Tayyip Erdoğanlar kalmayacaklar gideceklerdir. Bizler burayara kadar sadece zobaların zalimliğine vurgu yapıp onların ne menem özgürlük ve halk düşmanı olduklarına değindik. Şimde büyük ozanımız Nazım Hikmet’in şiirinde değindiği bir bölüme göz atalım:
Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar;
Madem çokuz nasıl olmaktadır da bir avuç zorba bizim başımızda demoklesin kılıcı gibi sallanmaya devam ediyor. Yine Nazım’ın şiiri ile yanıt verelim:
Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende. Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, — demeğe de dilim varmıyor ama — kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
Öyledir, bunca zulmün, bunca sömürünün, bunca zorbalığın karşısında; “bana değmeyen yılan bin yaşasın” felsefesiyle evlerinde bekleşenlerin hiç suçunun olmadığını söylemek olası mıdır? Ya da ne bileyim, devrimciyim diye sokağa çıkıp da en acemi, en iş bilmez, öfkesini yönetemeyen, yığınları zamansız kavgaların içine süren, devrimciliği çocukluk hastalığı ile malül olanların durumlarına ne demek gerekir?
Gezi parkı gösterileri başladığında ve sonrasında katılımın milyonları bulması ve sayısız kentlerde aynı anda sürüyor olmasının örneği dünyada da yoktur, ülkemizde de bugüne kadar olmamıştır. Peki, sonra ne oldu? Gösteriye katılanların sayıları azala azala eridi gitti. Ortalık ya kedilerini göstermek isteyen küçük burjuva gevezelerine kaldı ya da nerede hareket, orada bereket kuramı ile hareket eden sözümona devrimcilere. Peki, sel gibi meydanlara akan halk çok mu korkaktı da bir anda meydanlardan çekilip gittiler? Bu soruyu devrimci olarak yola çıktığını düşünen herkes kendisine sormalıdır. Sorma yürekliliği gösterilmezse eğer; her defasında egemen güçlerin hışmı ile ezilip gitmek kaçınılmaz olacaktır.
Hazırlıksız, bir gün sonra ne olacağını kestiremeyen, ömründe değil kitleleri yönetmek manga bile yönetmemiş olanların ortaya çıkıp kaybolmaları ile hiçbir mevzi kazanılamaz. Bu tür yöntemler olsa olsa daha az insanı daha keskinleştirir ve kitlelerden soyutlarken milyonları da yılgınlığa itebilir. Bu yüzden de herkese ama herkese Lenin’i yeni baştan bir kez daha okumalarını salık veririz. Her boydan ve soydan sapma unsurlarla meydanlara inilebilir, ne var ki, o meydanlardan nasıl çıkılacağı her zaman için sorun olmuştur. Bugün yaşananlar büyük ölçüde bundan ibarettir.
Ayrıca bir grup daha vardır ki, işçi sınıfının sınıf bilincinden yoksunluğunu tepe tepe kullanmaktadırlar. Bunlar TÜRK-İŞ, HAK-İŞ gibi sendikalarda yuvalanan sarı sendikacılar tarafından yapılmaktadır. İşçi Partisi ise bu geriliğe seslenmenin korocu başıdır. İşçi Partisi’nin “Birlik” seslenişi ne yazık ki, sınıf birliği olmayıp doğrudan işçileri sermayeye köle olmakta birleştirmeye yöneliktir. Bol şoven soslu öğreti hiç unutulmamalıdır ki, işçi sınıfının öğretisi olmayıp doğrudan sermaye güçlerinin her zaman kullandıkları etkili bir silahtır. Bugün bu silahın İşçi Partisi tarafından kullanılıyor olması bizim için şaşırtıcı olmamakla birlikte, o partiye giden, o parti saflarında mücadele eden pırıl pırıl insanlara da bir tuzaktır.
Özetle; sağ ve sol sapmanın bile ötesine geçen anlayışların tuzağına düşmemek ve gerçek sınıf mücadelesi veren komünistlerin yani Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin etrafında kenetlenmek zafere açılan bir bayrak olacaktır.
Bu nedenle yazdıklarım çerçevesinde rahatsız olanları partimize davet ediyorum.